Fatima Abayhan’ın Gözünden Sibirya Sürgünü ve Drau Faciası

Fatima Abayhan, bize tüm yaşadıklarını gözyaşları içinde anlatırken, sürgünde geçen çocukluğu, yaşayamadığı gençliğini tekrar hatırlıyor… Ne olduğunu bile anlamadan, nereye götürüldüğünü bile bilmeden, zorla evinden koparılıp, 15 gün arayla annesini ve babasını kaybeden altı yaşındaki bir Balkar çocuğunun yaşadıklarını yıllar sonra tekrar anımsıyor… Baskıya, zulme ve kaybettiklerine rağmen Kafkasyalılık onurundan ve Kafkasya sevgisinden vazgeçmemiş Fatima’nın, tüm bu yaşadıklarının sebebi benimsemiş olduğu bu kimlik değilse eğer, 6 yaşındaki bir kız çocuğu bunları hak edecek ne yapmıştı acaba?
***
Kafkasya Forumu: Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Fatima Abayhan: 1921, Nalçik doğumluyum. Annem de babam da Balkardı. İki ablam, bir ağabeyim ve benden küçük bir kardeşim vardı.
Babamın okumuşluğu yoktu ama görgülü bir insandı. Eskiden lokantalara su taşınırdı, öyle su temin edilirdi lokantalardan. Babam da işçi tutmuştu, lokantalara su taşımacılığı yapardı. Çalışkan ve becerikli biriydi. Kafkasyalılara özgü sosyal, ailevi ilişkilerimizin güçlü olduğu bir yaşantımız vardı.
KF: Sürgün nasıl gerçekleşti biraz anlatır mısınız?
FA: Komünist olmayanlar sürgüne gönderiliyordu. Ben 6 yaşındaydım. Bir gece ellerinde silahlarla askerler geldi. Yanınıza 20 kiloluk eşyanızı alın, oyalanmayın dediler. Herkes o kısa zaman içinde alabildiğini aldı. Direnenleri silahla tehdit ediyorlardı.
Bizim ailemizi de götürdüler. Fakat bir ablamı almadılar, onun kocası askeri hastanede doktordu, komünistti kendisi.
KF: Peki nasıl götürüldünüz Sibirya’ya?
FA: Bizi hayvan vagonlarına zorla sıkıştırıp sürdüler. Osmanlı’ya sürgün ne kadar kötü koşullardaysa bizimki de pek farklı olmadı.
Binlerce Karaçay ve Balkar’ı hayvan vagonlarına doldurarak götürdüler Sibirya’ya. Hava koşulları ve salgın hastalıklar sebebiyle birçok insan öldü. Zaten bize soykırım yapmak için götürdüklerini biliyorduk, becerdiler de bunu…
Doğru düzgün yemek verilmiyordu bize, verildiğinde de çok kötü bir mısır çorbası veriyolardı, aç kalmamak için mecburen onu içiyorduk. Annem ve babam o koşullara, soğuk havaya dayanamadılar ve altı ay sonra öldüler. Annem ve babam gibi birçok insan soğuktan öldü Sibirya’da.
KF: Sibirya’da ne kadar kaldınız, ne zaman geri döndünüz Kafkasya’ya
FA: Bir sene kaldık Sibirya’da, sonra geri döndük.
KF: Döndükten sonraki yaşamınız nasıldı?
FA: Bizi yine aynı şekilde hayvan vagonlarına doldurup getirdiler, istasyona bırakıp gittiler.
Herkes korkuyordu bizden. Komünizm suçlularıyla muhatap olursak bize de mi bir şey yaparlar diyerek uzak duruyorlardı. Hastalıklıydık birçoğumuz da, kendilerine hastalık bulaşmasından da korkuyorlardı. Geldiğimizde kalacak bir evimiz yoktu. Köyde altı topraktan bir evimiz vardı, sürgüne gitmeden önce köye taşınmıştık, hayat daha kolay diye. Bir gün gelip o toprak evi bile aldılar elimizden…
KF: Ne sebep gösterilerek elinizden alınmıştı eviniz?
FA: Bir sebebe gerek varmıydı ki? Rus değildik, bu yeterliydi…
KF: Nerede kaldınız peki?
 
FA: Ablamın eşi komünistti ve askeri doktordu, bu sebeple ablam sürgüne gönderilmemişti. Babam hayattayken aileden gönderebildiklerini Gürcistan’a gönderiyordu, kendisi de gidiyordu… Nalçik’de kalmanın tehlikeli olacağını söylerdi. Gürcistan’a gittiğimizde Oset şehrinde yaşamıştık, Ablam da oradan bir Osetle evlenmişti. Ablam ve eniştem aldı bizi yanlarına, onlar ilgilendi bizimle.
Eniştem vefat ettikten sonra hayatımız çok zorlaştı… Yaşadığımız ev elimizden alındı. Devletten hiçbir yardım gelmedi sonra da… Tek oda bir evde yaşamaya başladık. Pompalı gaz ocağıyla ısınmaya çalışırdık. Dışarıda da herkesin hayatı zordu. Her şey sayıyla verilirdi ama kimseye yetmezdi. İşe gidenler aç giderdi, okula gidenler aç giderdi. Ama komünist olanların hayatı güzeldi, hepsi güzel dairelerde kalırlardı.
KF: Dini-sosyal yaşam nasıldı?
FA: Dini yaşam kesinlikle yasaktı. Yaşlılar namaz kılacakları zaman, çocukları dışarı çıkarırlardı, kimse görmeden kılarlardı. Cenaze namazı da kıldırmazlardı, ölülerimizi de evde yıkardık… Aynı şekilde papazlara da zulmederlerdi, birçok papazı da dinlerinden vazgeçmedikleri için sürgüne gönderdiler.
 
KF: Eğitim nasıldı?
 
FA: Okullarımızda dini inançlarımızı yok ederlerdi, öyle eğitim verilirdi. İnançlı olanlar da zamanla korkularından, başlarına bir şey gelmemesi için vazgeçerlerdi dinlerinden.
Eğitim bedavaydı, herkes istediği yerde okuyabilirdi. Sadece Hukuk Fakültelerine komünist olmayanları almazlardı.
KF: Almanya’ya kaçışınız ne zaman, nasıl oldu?
FA: Ben 20 yaşıma gelmiştim, Diş Hekimliği Fakültesine gidecektim. Almanlar geri çekiliyor Ruslardan kaçıyorlardı.
Kafkasyalılar da artık bıkmışlardı komünizmin hayatlarını yok etmesinden. Kaçabilenler Almanlarla beraber kaçtılar, biz de onlarlaydık… Karaçaylar, Balkarlar, Osetler ve Adigelerden de vardı kaçanlar arasında.
Almanlar bize çok iyi davrandı, kendi askerlerine nasıl bakıyorlarsa bize de öyle yardım ettiler. Almanlar nereye giderse biz de onlarla gidiyorduk. Almanya da 3 yıl kaldık, Polonya’da da kaldık.
KF: Sonra Almanya’dan da kaçtınız…
FA: Amerikalılarla Ruslar, Berlin’e saldırmaya başlayınca Almanlar bizi İtalya’ya götürdüler.
İtalya yolunda İngilizler yetişti peşimize. Motosikletli bir grup ve helikopterler kesti yolumuzu.
İngiliz askerlerinden birisi çıktı karşıma. Yüzüğünde Stalin’in resmi vardı. Bana yüzüğü gösterip “Haroşo?” diye sordu. Ben de oracıkta öldürülmemek için “Haroşo” dedim.
Sonra hepimizi topladılar, esir alındık. Bizi esir kampına götürdüler, tanklarla denetim yapıyorlardı sürekli.
İngilizlerin bizi Ruslara vereceğini biliyorduk. Biz de Alp dağlarına kaçtık. Her yerde kozalaklar vardı, çam ormanları vardı, kaçarken kozalaklar kaymamıza sebep olurdu.
İngilizler çok geçmeden fark etti, kaçtığımızı. Peşimize düştüler tekrar.
Bizi bir akrabamız götürüyordu, elinde bir pusula vardı. İngilizlerin peşimizde olduğunu fark ettik, helikopterlerle geliyorlardı. Toplu halde dolaşırsak yakalanacaktık, bu yüzden herkes tek başına br köşeye saklanacak, kımıldamadan duracaktı. Aileler dağılarak saklanmaya başladı. 4-5 saat kımıldamadan durduk saklandığımız yerlerde.
İngilizler bulduklarını yakalamaya başladı. Kiminin annesini, kiminin babasını, kiminin çocuğunu götürüyorlardı. Benim de iki ablamı ve erkek kardeşimi götürdüler.
Ben de peşlerinden gitmek istedim kardeşlerimi kurtarmak için. Ama akrabalarım beni bırakmadılar, tek başıma gitsem de ormanda kaybolacaktım. Böylece ayrıldık kardeşlerimle birbirimizden. Sonradan duydum ki onları Orta Asya’ya götürmüşler, maden ocaklarında çalıştırmışlar…
KF: Ağabeyiniz, ailenin diğer erkekleri ne oldu?
FA: 1937’de Kafkasyalı erkekleri öldürdüler. Bir keresinde gelip, okumuş, meslek sahibi ne kadar erkek varsa yapılacak toplantıya gitmesinin mecbur olduğunu söyleyerek, hepsini topladılar otobüslere. Götürdüklerinin arasında çok Karaçay vardı, kalabalık sülaleleri topladılar götürdüler. Bayçoralardan, Dudalardan adam bırakmadılar…
Benim amcam, ağabeyim ve diğer akrabalarımı da aldılar. Sonradan hepsini öldürdüler…
Kamplarda Sultan Kılıçgirey[i] adlı vatansever bir komutan vardı. Kendisi 1917’de komünizm gelince kaçmış Kafkasya’dan. İnsanlarımız toplanıp Ruslara götürülünce “Artık burada kalmamın bir manasi yok, o gençler götürüldüyse ben de gideceğim” deyip, gitti Kafkasya’ya.
Herhalde öldürülmüştür gittiği yerde de…
 
KF: Kaldığınız yerlerde de ölüm vakaları oldu mu?
FA: Askerlerin öldürmesine gerek kalmadan insanlar kendilerini öldürüyorlardı. Çünkü kimse Ruslara teslim edilmek istemiyordu. Drau nehri kıyısındaydık. Karaçay bir kadın vardı. Ruslara teslim edileceğini öğrenince kendini nehre attı. Beş aylık bir çocuğu vardı. “Haram Tala” derdi Kafkasyalılar o bölgeye bu ölüm vakaları sebebiyle…
Kamplardaki Beyaz Rusyalı Ruslardan da birçoğu kendini asıp öldürdü Ruslara teslim edilmemek için.
 
KF: Türkiye ye gelişiniz nasıl oldu?
 
FA: Savaş bitmişti artık.
Fakat Ruslar, Almanya’da tekrar peşimize düştü. Bizden olanları alıp götüreceklerini söylüyorlardı. Biz tabi ki gitmek istemiyorduk. Bir jüri oluşturdular, Alman, İngiliz, Amerikalı, Fransız ve Türklerden oluşan bir jüri vardı. Rusya sınırlarında doğanları Ruslara teslim ediyorlardı. Ben de Yugoslavya doğumluyum dedim öyle anlattım kendimi. Böylece ellerinden kurtuldum.
Müslüman olduğumuz için bizi Türkiye’ye kabul ettiler. Birçok Kafkasyalı vardı gidecek grubun içinde. Elbruz Gaytaoğlu’yla da aynı kamplarda kalmıştık, sonradan Türkiye’de öldüğü duyunca çok üzüldüm…
Türkiye’ye geldikten sonra bizi Tuzla’da beklettiler bir süre. Bulaşıcı hastalığımız olabilir diye bizi karantina altına aldılar. Hasta olmayanları aldılar ülkeye.
Bize de Polatlı’da bir Kürt köyünde yerleşim izni verdiler. Toprak işleyip geçimimizi sağlamaya başladık…

Bir cevap yazın