Sefer Berzeg Söyleşisi

seferberzeg1

Bazı fikirler ve isimler toplumsal bellekte birlikte yer tutarlar. Türkiye Kafkas Diasporası’nda Birleşik Kafkasya fikri dendiğinde de akla gelen ilk isim kuşkusuz Sefer Berzeg’tir. 1950’li yıllarda başladığını söyleyebileceğimiz Cumhuriyet dönemi diaspora örgütlenme tarihçesinin büyük bölümüne tanık olan ve aktif bir şekilde mücadele eden Sefer Berzeg, sadece kendi nesli için değil, kendisinden sonra gelen nesiller için de önemli bir isim oldu ve ardında bıraktığı eserlerle gelecek nesiller için de aynı özelliğini korumaya devam edecek.

Kafkasya Forumu dergisinde yazılarını görmek istediğimizi söylediğimiz ve kendisinin de olumlu cevap verdiği görüşmemizde kararlaştırmıştık bu söyleşiyi. Sayfalarımızda kendisine bir söyleşiyle merhaba demek istiyorduk. Bu görüşmenin ardından pek de vakit kaybetmeden sorularımızla birlikte kapısını çaldık Berzeg ailesinin. Bilgisi, yaşadıkları ve gördüklerinin sınırlarından çok daha geniş bir alana hakim Sefer Berzeg’e giderken, sorularımızı dergimizin sayfalarıyla sınırlayarak özellikle iki konu üzerine odaklandık: Diaspora Örgüt tarihi ve Birleşik Kafkasya fikri. Söyleşimizle okuyucunun da pek çok sorusuna yanıt bulacağından, pek çok bilgisini gözden geçireceğinden ve pek çok yorumunu yeniden ele alacağından şüphemiz yok.

Çokluk için şaşırtıcı sayılabilecek tarihsel gerçekleri, güçlü bir yorum ve sade bir anlatımla sunan Sefer Berzeg’e sayfalarımızdan “Merhaba” demek istiyoruz.

KF: Diaspora örgütlenmesine yönelik tarihsel bir değerlendirmeyle başlayalım istiyoruz söyleşimize. Her yapı içinde olduğu toplumsal koşullarla birlikte yeniden şekillenir. Diaspora tarihi de bu anlamda önemli dönüm noktaları içeriyor. Sürgünle geldiğimiz Osmanlı döneminde diaspora örgütlenmesinden bahsedebilir misiniz?

S.Berzeg: Doğal olarak toplumumuz ilk yıllarda perişan bir durumdaydı. Toparlanması uzun bir süre aldı. 1890’lı yıllara kadar da örgütlenmiş bir oluşumdan pek bahsedilemez. İlk örgütlenmelerden biri olan “Çerkes İttihat Cemiyeti” (Çerkes Birleşme Derneği), bu yıllarda İstanbul’u terk etmiş bulunan bazı Çerkes kökenli Osmanlı liberalleri tarafından Kahire’de kuruldu ve “İttihat” adıyla bir de dergi çıkartıldı. Bu, içinde Çerkes (Adige-Abhaz-Vubıh) kökenli bazı kişilerin yer aldığı, fakat Mizancı Murat Bey, Ahmet Saip Bey gibi bazı Dağıstanlıların da desteğini gören bir örgütlenmeydi. Meşrutiyetin ilanı tüm ülke için olduğu gibi bizler için de önemli bir dönemeçtir. Bu dönemde oldukça verimli kültürel çalışmalar yapıldı. O dönemde aynı zamanda Kafkasyalı sürgünlerin siyasal örgütü işlevini de görmekte olan “Çerkes İttihad ve Teavun Cemiyeti” (Çerkes Birleşme ve Yardım Derneği) tarafından oluşturulan komisyonlar, Adige – Abhaz dilleri için Arap ve Latin kökenli iki alfabe hazırladılar. Bu alfabelerle dini ve kültürel yayınlar yapıldı. “Quaze” adlı Türkçe-Adigece gazete yayımlandı. Bu alfabelerin her ikisiyle de yayın yapılması ve hangisi tutulursa ilerde onun resmi alfabe olarak kabul edilmesi kararlaştırılmıştı.

KF: Cumhuriyet döneminde Türkiye’deki Çerkes örgütlerinin tasfiye edildiğini görüyoruz. Öyle ki kent soylu Çerkes bulmak çok zor artık. Bu tasfiyenin nedenleri ve sonuçları hakkında ne düşünüyorsunuz? Diaspora yaşamımız bir kesintiye uğradı mı?

S.Berzeg: Cumhuriyetin ilanı ve onu izleyen ilk dönem doğal olarak yalnız bizler için değil tüm ülke için de bir kırılma noktasıdır. Düşünün ki yüzyıllardır kullanılmakta olan Arap asıllı Osmanlı – Türk alfabesi bile bir gecede, yüzyıllardan beri oluşmuş olan tüm birikimi ve edebiyatıyla birlikte terk ediliverdi. Şimdi söyleyince garip gelebiliyor ama, o dönemde olmayacak birçok aşırılıklar da yapıldı. Bırakın Çerkes müziğini, belli bir dönemde Türkiye radyolarında “geri ” ve “gelişmemiş” bulunduğu için Türkçe türkülerin çalınması bile yasaklanmıştı.

Kafkasya sürgünlerinin Osmanlı’nın son döneminde saray çevresinde ve devlet yapısında çok aktif görevlerde bulunmaları, orduda ve komuta görevlerinde çok sayıda yer almaları onlar aleyhine bazı tepkilerin doğmasına da neden olmuştur. Bilindiği gibi Çerkesler “Anadolu İhtilali” ve karşı ihtilal yıllarında, Yunan ordusunun işgallerine karşı mücadele de her iki cephede aktif bir şekilde yer aldılar. Karşı ihtilal cephesinde (Osmanlı hükümetinin yanında) yer alanları büyük ölçüde Kuvayi Milliyeci Çerkesler tarafından tasfiye edilirken, daha sonraki dönemde Kuvayi Milliyeci Çerkesler de harekete sonradan katılan ve çoğu bir gecikmişlik duygusu içinde bulunan yeni kadrolar tarafından siyasi bir hedef tahtası haline getirildiler ve tasfiye edildiler. 1921 yılı sonlarında Anadolu’nun yunan işgali altındaki bölgesinde oluşturulmasına çalışılan “Şark-ı Karip Çerkesleri Temin-i Hukuk Cemiyeti” (Karip Çerkesleri’ nin Hukukunu Sağlama Derneği) bu tasfiyeye karşı gösterilen bir tepki niteliğini de taşıyordu. Ama işbirlikçi ve güdümlü bir nitelik taşıması nedeniyle, Çerkes halkı tarafından bile düşmanca karşılandı.

1920-21’de Ahmet Anzavur ve daha sonra da Pşav Ethem’in Kuvayi Seyyare güçleri tasfiye edilirken, bazı politik nedenlerle olay bir “Çerkes Sorunu” haline getirildi. Onlarla birlikte olaylarla ilgisi olmayan sıradan birçok insan da zarar gördü. O yıllarda Berlin’de “İslam İhtilal Cemiyetleri” nin organı olarak “Liba-el İslam” (İslam Bayrağı) adıyla birkaç dilde yayımlanan bir dergi vardır. Bunun redaktörü bir Çerkes ve rahmetli General İsmail Berkok’un da arkadaşı olan Bereğun İlyas Bey’di. Bu dergide Rusya’da bulunan Enver Paşa’nın bazı yazıları da yayımlanıyordu. O bile yazılarından birisinde, Anadolu’da çok zararlı bir Çerkes düşmanlığının yayılmaya başladığını ve bunun önlenmesinin gerekli olduğunu belirtmekteydi. Gerçekten bu dönemde tesadüflerle açıklanmayacak bir şekilde Çerkes kökenli komutanların ve devlet adamlarının bir şekilde görevlerinden ayrılmak zorunda kaldıkları görülüyor. Kurtuluş Savaşı’na başından beri katıldıkları halde bu yıllarda çeşitli şekillerde tasfiyeye uğrayan Kafkas kökenliler arasında örneğin Dışişleri Bakanı Bekir Sami Kundukh, Batı Cephesi’ndeki tümen komutanları

Albay Bekir Sami (Günsav – Zerakho), Albay Aşir Atlı vd. ni sayabiliriz. Doğal olarak çoğunluğu Çerkesler’den oluşan ve tasfiye yöntemleri o gün de, bu gün de çok tartışılmakta olan, Pşav Ethem’i ve onun Kuvayi Seyyare’sini de bunlara eklemek gerekir. Bu tasfiye zaferden sonra daha da belirgin bir şekilde devam etmiştir.

KF: Bu tutumun sebebi Türkçülük müdür?

S.Berzeg: Bu olaylar bir yönüyle de iktidar mücadelesi ve harekete sonradan katılan “gecikmişler” in öncekileri tasfiyesi niteliğindeydiler. Örneğin bahsettiğimiz iki Çerkes kökenli komutan Albay Bekir Sami ve Aşir Atlı Beyler hiç bir kabahatleri bulunmamasına ve Mustafa Kemal Paşa’nın da TBMM’nde onları içtenlikle savunmasına karşın, bu nitelikteki bazı milletvekillerinin saldırılarıyla Yunan Ordusu’nun ilerlemesi ve Bursa’nın düşmesinden sorumlu sayılarak tasfiye edilmişlerdir. Ama tasfiyelerinde “öncekiler”den oluşları kadar etnik kökenlerinin de rol oynadığı belli olmaktadır. Bunun örnekleri Pşav Ethem Bey ve kardeşlerinin tasfiyesi olayında da görülmektedir.

Dönemin komutanlarından bazılarının da anılarında yazdıklarına göre, bazı komutanlar çok daha önceleri bile Kuvayi Seyyare birlikleri arasına provokatörler göndererek Çerkes kökenli olmayan gerillacı gruplarını “bu Çerkesler’in emrinde neden çalışıyorsunuz” diye ajite etmeye çalışıyorlardı. Düşmana karşı savaş verilirken bu gibi tutumlar ancak vatana ihanet olarak nitelenebilir. Resmi güçlerin bu yaptığına inanmak güç ve insanı gerçekten üzüyor ama yapılıyor işte.

Örneğin Lozan anlaşmasına uygun olarak oluşturulan 150 kişilik bir yurt dışına atılacak suçlular listesi vardır. Bu listedeki kişilerin yuvarlak hesapta yetmiş kadarı -yani yarısı- Çerkes kökenli yurttaşlardır. Aralarında gerçekten siyasi bakımdan suçlu sayılabilecek, hakkında ceza mahkemesi kararı olan kişiler bulunduğu gibi, yüklenen suçtan Askeri Mahkeme kararıyla beraat etmiş kişiler de vardır. Oluşturulma tarzı çok eleştirilebilecek nitelikte olan bu listenin sonuna, sayıyı doldurmak için eklenmiş olan yirmi otuz kişiyi ise kanıtlanmış siyasi ya da adı belli bir suçu bulunmayan Gönen ve Manyas’lı sıradan Çerkes köylüleri oluşturmaktadır. Bilindiği gibi aynı dönemde Gönen ve Manyas’a bağlı 15 Çerkes köyü de aynı şekilde sudan sebeplerle ve sırf Çerkes oldukları için Doğu Anadolu Bölgesi’ne sürgün edilmişlerdir.

Örneğin bir de 1926-27 yılı tasfiyeleri vardır. Bu dönemde, başta iktidara oynayan İttihat ve Terakki’nin eski mensupları olmak üzere birçok kişi tasfiye edilmiştir ve bazıları da “Aliler Mahkemesi” denen İstiklal Mahkemesi’nin hukukla uzaktan yakından ilgisi olmayan “karakuşi” kararlarıyla asılıp gitmişlerdir. Bunlar arasında eski “Çerkes Teavun Cemiyeti” ve “Şimali Kafkas Cemiyeti”nin, “Kafkas Komitesi”nin çalışanlarından, eski İçişleri Bakanı ve Diplomat Hatko İsmail Canbulat Bey de vardır. İzmir suikastı ile herhangi bir ilgisi olmadığı bugün artık bellidir. Öyküsü de oldukça ilginç ve dokunaklıdır. “Aliler Mahkemesi” tarafından “suçlu” bulunarak on yıl kalebentlik (sürgün) cezasına çarptırılmıştır. Bu cezayı (aynı mahkeme nezdinde) temyiz ettiği için “vay demek sen akıllanmadın” denerek cezası arttırılarak aynı “mahkeme” tarafından idama mahkum edilmiş ve aynı gece de asılmıştır. Aynı duruşmalarda örneğin yurtdışında bulunan eski Başbakan Aşhara Rauf Bey (Orbay) da on yıl kalebentlikle cezalandırılmıştır ve yıllarca yok yere Türkiye’den uzakta sürgünde yaşamak zorunda kalmıştır.

Tüm bu ve benzeri olaylar doğal olarak insanlarımız, özellikle de sıradan insanlar arasında bir korku ve yılgınlık yaratmıştır. Herhalde güdülen gaye de bundan başka bir şey değildir. Örneğin Lozan anlaşmasında, diğerleri yanında Çerkesler’in de anadillerini serbestçe kullanıp yazabileceklerini öngören maddeler de vardır. Ama yaratılan genel baskı ve korku ortamı nedeniyle, insanlarımız bu maddeleri işletememişlerdir. Ülkede oluşturulan “bölücülük” fobisi de bu konuda etkili olmuştur.

KF: Rusya’nın da mı rolü var bu süreçte?

S.Berzeg: Örneğin yeni Türkiye’nin ilk Dışişleri Bakanı olan Kundukh Bekir Sami Bey’in bu görevden ayrılmak zorunda kalmasında Londra’da imzaladığı anlaşmalar yanında, yürüttüğü Sovyet karşıtı ve Kafkasya’nın bağımsızlığını öngören politikaların da önemli rolü vardır. Sovyet Dışişleri’nin sürekli olarak hakkında yaptığı şikayetler ve Dağlı Halklar Birliği (Kuzey Kafkasya) Cumhuriyeti’nin kurulmasına verdiği destek tasfiyesinde önemli rol oynamıştır. Ali Fuat Paşa’nın Moskova’da ki elçiliği döneminde elçilik kurulunda Aziz Meker, Fuad Carım, Tahsin Rüşdü Baj gibi aktif Kafkas milliyetçisi kişiler de bulunuyordu. Bu dönemde Türk Elçiliği’nin Sovyet gizli polisi tarafından basılarak bir subayın tutuklanması ve bazı belgelere el konulması olayında, TBMM Hükümeti ve bu kadrolar tarafından yürütülen bağımsız Kafkasya politikasının da önemli rolü vardır.

Biliyorsunuz, daha sonra TBMM hükümeti ile Sovyet Rusya arasında Moskova Anlaşması (1921) imzalandı ve Türkiye bir anlamda Kafkasya ve Kafkasötesi Cumhuriyetleri’nin işgal ve Sovyetleştirilmesine yardımcı oldu. Bu anlaşmanın bir maddesiyle bağlı taraflar “topraklarında, diğer taraf ülkesinin ya da ülke parçalarından birinin hükümet görevini üzerine alma iddiasında bulunan ve diğer ülkeye karşı mücadele amacı taşıyan toplulukların yerleşmesini kabul etmemeyi” de üstlenmişlerdi. Bu madde Sovyetlerden kaçarak Anadolu’ya geçen bir kaç bin yeni Kafkas mültecisi yanında onlarla doğal bir ilişki içinde bulunan eski sürgünler ve onların örgütleri üzerinde de baskılar oluşturulmasına neden olmuştur. Örneğin, Bağımsız Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti Hükümeti’nin eski Azerbaycan ve Kafkasötesi Cumhuriyetleri temsilcisi Ali Han Kantemir, 1930’lı yıllarda sovyet Rusya’nın baskılarıyla ve bu madde uyarınca Sirkeci’den trene bindirilerek Türkiye’den sınırdışı edilmiştir. Bu şekilde sınırdışı edilenler arasında Azerbaycanlı, Kırım ve İdil-Urallı bazı liderler de vardır.

KF: Bu gibi tasfiyeler sonucu Kafkas Diaspora’nın uzun süre örgütsüz kaldığını söyleyebilir miyiz?

S.Berzeg: Türkiye için ve 1923-1950 yılları arasındaki dönem bakımından bu kesinlikle böyledir. Ancak örgütleme çalışmaları bütünüyle sona ermemiş, sadece yeni siyasi göçmenlerin dağıldıkları Avrupa ve Yakındoğu ülkelerine kaymıştır. Ama onların da asıl dayanakları ve etkilemeye çalıştıkları ve -etkilendikleri- asıl ana kitle Anadolu’daki Kafkasya sürgünleri olmuştur. Örneğin başta Fransa, Çekoslovakya ve Polonya olmak üzere Batı Avrupa’da, Türkiye’de,

Ürdün, Suriye, Mısır gibi Yakındoğu ülkelerinde faaliyet gösteren ve sürgünde kurulmuş tek siyasi partimiz olan “Kafkasya Dağlıları Halk Partisi”nin Genel Sekreteri Said Şamil bir T.C. yurttaşıdır. Partinin yaşamı ve eylemlerinde biraz gizli-saklı da olsa T.C. yurttaşları da rol almışlardır. Bu parti 1926 yılından başlayarak Paris, Prag, Varşova vb. yerlerde bir sıra dergiler yayınlanmıştır. Rusça yayınlanan bu dergiler kısa bir süre sonra Rusça ve Türkçe olarak çıkmaya başlamıştı ve özellikle Türkiye ve Ortadoğu’da ki geniş Kafkasyalı sürgün kitlelerine ulaşmaya çalışıyorlardı. Türkiye’deki yönetimi de içten bir şekilde desteklemeye çalışmalarına karşın 1930’lu yıllarda ülkede oluşan baskıcı düzenin karakterine uygun olarak bu dergilerin ülkeye sokulmasını yasaklayan birsıra hükümet kararnameleri çıkartılmıştır. Bu nedenle bu yayınlar ülkeye girebilmek ve Kafkas diasporasına hitap edebilmek için sık sık ad, format değiştirmek zorunda kalmışlardır. “Kafkasya Dağlıları”, “Şimali Kafkasya”, “Millet Bayrağı”, “Savaş”, “Gelecek”, “Bizim Dilek”, “Milli Fikir”, “İleri”, “Ülkemiz”, “Çağırış”, “Yolumuz” vb. bu dergi adlarından sadece bir kaçıdır. Hemen söyleyeyim ki 1932 yılında Mısır’da kurulan “Çerkes Kardeşliği Cemiyeti”, Ürdün’de kurulan “Çerkes Hayır Cemiyeti”, Suriye’de oluşturulan “Çerkes Aydınları Birliği” (Union Intellectuelle Circassieene, 1928),Fransa’da (Lyon) kurulan “Kafkasya Dağlıları Kardeşliği” gibi dernekler hep bu partinin etrafındaki aydınların gayreti ile filizlenmişlerdi. Bu arada özellikle Fransa’da faaliyet gösteren bu grupla bazı çelişkileri bulunan Haydar Bammat’ın liderliğindeki “Kafkas” (LeCaucase) grubu ve dergilerinin faaliyetlerinden de ayrıca bahsetmek gerekir.

KF: Türkiye’deki Kafkas sürgünlerinin örgütlen meleri Cumhuriyetle birlikte kesintiye uğramış görünüyor. Örgüt nüvelerinin kendisini koruduğunu söyleyebilir miyiz?

S.Berzeg: Cumhuriyetin ilk yılları ve tek parti-milli şef dönemi, birçok aşırılığı ve hemen her konuda kesin bir dönüşümü bünyesinde bulunduran ilginç bir dönemdi. Özellikle etnik anlamdaki kültürel çalışma ve örgütlenmeler kesinlikle yasaklanmıştı. Bu bakımdan sayısı zaten çok azalmış bulunan Kafkasyalı aydınlar da bu dönemde aktivitelerini bütünüyle yitirdiler. 1924-1950 yılları arasında Türkiye’de, Kafkasya ve Çerkesler’le ilgili olarak (rahmetli Kadircan Kaflı’nın bazı “taviz”ler içeren “Şimali Kafkasya” adlı kitabı dışında) tek bir monografi ve dergi bile çıkarılmadığını belirtmek, sanırım bu dönemdeki durumu anlatmaya yeter. Bu dönemde yoğun siyasi ve kültürel baskı nedeniyle özellikle kentlerdeki insanlarda önemli bir erime ve kültürel yabancılaşma süreci yaşandı. Ancak çoğunluğu zaten köylerde yaşamakta olan halk, olabildiğince içine kapanarak sosyo-kültürel yapısını bir ölçüde korudu. Ancak bu da doğal olarak bazı konularda kültürümüzün çağdaş normların gerisinde kalması gibi bir sonuç doğurdu. Bu konuyu 1970’li yılların başında takma bir adla yayımladığım “Kuzey Kafkasya Göçmenlerinde Kültür Değişmeleri” adlı bir broşürde irdelemeye çalışmıştım.

KF: 1950’lerden sonra soğuk savaş döneminde Türkiye tercihini yapmıştı. Bu dönemde ne gibi dönüşümler yaşandı?

S.Berzeg: Cumhuriyet döneminde Türkiye’de “Kafkas” adıyla kurulan ilk derneğimiz, eski Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’nin hükümet başkanı rahmetli Pşımaho Kosok ve arkadaşları tarafından oluşturulan “Kuzey Kafkasyalılar Türk Kültür ve Yardımlaşma Derneği”dir. 1951 yılında kurulan bu derneğinin devamı ve mirasçısı bugün İstanbul Fatih’te bulunan “Birleşik Kafkasya Derneği”dir. Kadıköy’de bulunan “Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı” da bu derneğinden içinden çıkmıştır.

Bazı yazarlarımız ondan iki yıl kadar önce kurulan “Dosteli Yardımlaşma Derneği” ni ilk dernek olarak sayarlar. Halbuki bu derneğin tüm kurucuları Azerbaycan kökenli olduğu gibi tüzüğünde de Kafkasya ve Çerkesler’le ilgili hiçbir şey bulamazsınız. Bu derneğin çevresinde (Kafkas halk oyunları bazında) toplanan Kafkasyalı-Çerkesler nüfusça da ülkede daha fazla sayıda bulundukları için, dernekte ağırlık kazandılar sanıyorum. Bugün İstanbul’da Bağlarbaşı’nda bulunan Kafkas Kültür Derneği, 1952 yılında, adı geçen dernekte yer alan Kafkasyalı kadrolar tarafından, bu derneğin adının ve tüzüğünün değiştirilmesi suretiyle kurulmuştur.

KF: Neden izin verildi bu derneklere?

S.Berzeg: Ülke 1946 yılında çok partili sisteme geçmiş ve 1950 yılında nispeten liberal olan, Demokrat Parti iktidara gelmişti. Derneklerin yeniden kurulmaya başlanması bu siyasal açılımla ilgilidir. Kafkasya ve Çerkesler’le ilgili ilk periyodik yayınlar da bu nedenle aynı yıllarda başlamıştır. Olayın bu yönünü “Kafkasya ve Çerkesler Bibliyografyası” (Samsun 1996) ve “Kafkas Bibliyografyası” (İstanbul 2005) adlarıyla iki kez basılan bir araştırmamda belirtmeye çalışmıştım.

KF: Bu demokratikleşme dışında, Türkiye’nin tercih ettiği Sovyet karşıtı politikanın da etkisi olabilir mi? Manipulasyon söz konusu mudur?

S.Berzeg: Toplumların belli hassasiyetleri her zaman başka gruplar tarafından kullanılır ve manuplasyona büyük ölçüde açıktır. Hele Kafkasyalılar gibi yurdundan kitleler halinde sürülmüş ve ezilen bir toplum için, durum özellikle böyledir. Ama kurulan bu dernekler aslında, o dönemde, gerek iç politika, gerekse dış politika açısından ne Sovyetler’in, ne de T.C. hükümetlerinin çıkarına uygun görünmüyorlardı. Kimseden maddi ve siyasi yardım görmemiş oldukları gibi, devletin de sıkı bir denetimi altındaydılar. Günümüzde, (yani aradan yarım yüzyıldan fazla bir süre geçtikten sonra) ülkemize, demokratik açılımlar ve kültürel gelişmenin bir sonucu olarak etnik adlarıyla bile dernekler kurulabiliyor. Ama o günlerin ortamında ve çok daha sonralarında da, “Kafkas” adıyla bir dernek kurmak, ona üye olmak, bu konularda yayın yapmak, oldukça önemli bir cesaret ve özveri gerektiriyordu.

Sırf Sovyet Rusya karşıtı olmaları nedeniyle, bu dönemdeki ve daha sonraki kültürel kuruluşlarımızı ve onların eylemcilerini “gericilik” le suçlamaya kalkan, sözde “ilerici”(?) bazı kişilerle, 1970’li yıllardan sonra karşılaşmaya başladık. Bunların çoğununun psikolojik sorunları ve kişisel kompleksleri bulunan, bu nedenle de genellikle kendi toplumlarından kopuk kişiler olmaları dikkati çeken bir husustur. Kafkas diasporasından sözederken, dedeleri Rus orduları tarafından facialar içinde yurdundan sürülen, Balkanlar’a yerleştikten sonra daha bir ev kuramamışken Ruslar tarafından resmi anlaşmalar ve silah zoruyla buralardan da çıkarılıp yeniden Arap çöllerine ve Anadolu’ya dağıtılan, anayurduna geri dönme girişimleri Rusya tarafından her dönemde engellenen, Rus emperyalizmi nedeniyle yüzyıllardır büyük acılar çekmiş ve çekmeye devam eden, bir kaç milyonluk bir insan toplumundan bahsettiğimizi unutmayalım.

Kafkasya’ya en insanca duygularla bağlı, orada olan herşeyi kendi başına da gelmiş sayan böylesine bir toplumdan; oradan yeni facialar yaratılıp bir milyondan fazla insanımız (tüm Karaçay-Balkarlılar ve Çeçen İnguşlar) yurtlarından sürülüp yokedilirken, insanlarımız birbirinden koparılıp, yalnız fiziksel olarak değil ruhlarıyla da paramparça edilmek suretiyle birbirine yabancılaştırılırken, tüm tarihimiz saptırılıp, en büyük insanlarımız Moskova’dan verilen talimatlarla “Türk-İngiliz Ajanı”, “mürteci”, “burjuva milliyetçisi” vb. trajikomik sıfatlarla lekelenmeye çalışılırken… bunları yapan işgalcileri sevmek gibi bir “ilericilik”, yani toplumsal bir zavallılık bekleyemezsiniz.

Manipulasyondan daha çok günümüzde bahsedilebilir. Bu da bazı kişiler ve gruplar tarafından, yıllardan beri Kafkasya’daki doğal olmayan parçalanmış yapıyı, Rus tarih “bilim”inin uyduruk verilerini diasporaya da taşımak, “terorist Çeçenler”den bahsetmek, derneklerimizin yönetimlerine Rusya’ya kişisel ve ticari yararlarıyla bağımlı kadroların getirilmeye çalışılması, bunlar aracılığıyla diasporanın etkisizleştirilmesi gibi yöntemlerle yıllardan beri yapılıyor.

KF: Sizin de içinde bulunduğunuz daha yakın dönemlere gelelim. Yakın dönem örgütlerimizle ilgili deneyim ve izlenimleriniz nasıl?

S.Berzeg: Üniversiteye başladığım yıl kurulan Ankara Kuzey Kafkasya Kültür Derneği’ne katıldığım 1960’lı yılların başından beri bu derneğin ve derneklerimizin içindeyim. 1970’e kadar aktif olarak içinde bulundum, daha sonra da üyeliğimi ve ilgimi sürdürdüm. Samsun’da yaşadığım ve avukatlık yaptığım sıralardada, 1990’lı yıllara kadar hemen tüm kongrelerine katılmışımdır. Herhalde hukukçu olduğum ve bu derneği de az çok etkileyen sağ-sol çatışmalarında ortada durduğum için olmalı, bu dönemde Kongre Başkanlığı görevi de sık sık bana veriliyordu.

Bu dernek kurulurken Kurucular Kurulu’na özel olarak tüm Kafkas-Çerkes halklarından birer temsilci alınmasına çalışılmıştı. Yıllar boyu da öyle gitti. Son yıllarda dernek bazıları tarafından bazan “Adige-Abhaz” derneği, bazan da sadece “Adige Derneği” imiş gibi algılanmaya başladı. Bu kesinlikle önlenmesi gereken, dışarıdan empoze edilen ve çok zararlı bir anlayış tarzı.

KF: Etnik temelli bir örgütlenme mi?

S.Berzeg: Aslında bu, sürekli olarak ortada görünmek isteyen, ama bunun için gerekli niteliklere de sahip bulunmayan bir grubun “Küçük olsun da benim olsun” zihniyetinin doğal bir sonucu. Bunlar, ayrılma noktası demeyelim ama, kendilerince bir grup psikolojisi oluşturdular. Genellikle hep nitelikli kişileri ve yeni kadroları dışlayarak hareket ediyor ve 1984’den beri aynı zihniyeti sürdürüyorlar. Doğal olarak bu kafayla gidebilecekleri bir yer yok. Ama toplumumuza, en kritik yıllarda önemli fırsatlar ve uzun zaman kaybettirdiler. En kritik dönemlerde, kişisel davranışlarıyla toplumumuzu Kafkas Derneği-Kafkas Konseyi gibi saçma ikilemlere sürükleyenler de işte bu zihniyetteki kişilerdi.

KF: 1980 öncesinde de SSCB’den etkilenenler olduğunu biliyoruz. O dönemde etnik gruplaşma yok muydu?

S.Berzeg: O dönemde Kafkasyalılar arasında kesinlikle etnik ayrımcılık yoktu. Sağ-Sol çatışması vardı ama o da derneklerimizi olumsuz yönleriyle pek etkilemiyordu. İnsanlar sonuçta bir şekilde bir araya geliyorlardı. Daha çok dernek yönetimine gelmek için mücadele ediliyordu. Kafkas kültüründeki alt kültürlerin ve etnik özelliklerin abartılması ve kişisel yararlara alet edilmesi, Glasnost sonrasında ve Rusya ile ilişkilerin artması sonucu başladı. Bu genellikle Kafkasya’daki yıllanmış “parçala ve yönet” politikasının diasporaya da yansımasıydı.

KF: İdeolojik bir motivasyon var mıydı?

S.Berzeg: SSCB’nden gelen kitaplar vs. bazı aydınlarımız tarafından okunup Türkçe’ye çevrilse de, daha önce de belirttiğim ve çok anlaşılabilir nedenlerle, “Sovyet Rusya” toplumumuz bakımından pek övülecek bir yer olarak algılanmıyordu. Bu şekilde algılayan ve bu doğrultuda hareket eden bilinçli-bilinçsiz bazı kişiler de vardı elbette. Ama toplumun ve aydınların geneliyle karşılaştırıldığında, bunlar küçük bir kesimdiler ve toplumun dışında kişilerdi.

KF: Siz Birleşik Kafkasya fikrini savunan isimlerden birisiniz. Etnik kutuplaşmanın Kafkasya ve Diaspora için tehlikeli olduğunu düşünüyorsunuz. En son olarak bu konuda “Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti (1917-1922)” dönemini işleyen üç ciltlik önemli bir kitabınız yayımlandı. Bütünüyle o döneme ait belgelerden oluşuyor. Biraz bu kitaptan ve o dönemden bahsedebilir misiniz?

S.Berzeg: Sovyet “tarihçiliği” nde özellikle saptırılmaya çalışılmış, bu mümkün olmayınca da, üzeri örtülerek saklanmasına gayret edilmiş pek çok konu vardır. Bu konu da onlardan birisidir. Kafkasya halklarının Şubat 1917 ihtilali ve Çarlığın devrilmesiyle, buldukları ilk fırsatta bütünleşmek, milli kültürü geliştirmek ve devletleşmek için giriştikleri bu hareket, Sovyet tarihçiliğinde yıllar boyu, “üç beş maceracının”, “petrol zengininin”, “burjuva milliyetçisinin”, “din adamlarının”, “dış odakların etkisi ve desteğiyle” yeltendikleri bir girişim olarak lanse edilmeye çalışılmıştır. Sovyet propagandalarının sonucu olarak bu Cumhuriyeti ve yöneticilerini bütünüyle Sosyalizm karşıtı sanan kendi insanlarımıza bile rastlayabiliyoruz. Halbuki Kızıl-Beyaz Rus ordularının silahlı saldırılarıyla yokedilen bu cumhuriyet, bilinçli bir milli-demokratik hareketti. Özellikle başlangıçta, oluşmasında toplumun tüm kesimleri yanında, sosyalist Kafkasyalı aydınlar da önemli rol oynamışlardı. Bunlar arasında, sonradan Kafkasya’da Sovyet-Rusya egemenliğinin kurulmasına iyi niyetle alet olan isimler de vardı. Bahsettiğiniz çalışmamın üçüncü cildinin sonunda, o dönemde yaşamış ve olaylarda rol oynamış 170 kadar aydının biyografileri de bulunmaktadır. Birçoğu “Sovyet İktidarı” için de büyük gayretler göstermişlerdir. Bunlardan kalan sağlıklı birçok belge de var. Çünkü SSCB’nin ilk yıllarında az çok bir “özgürlük” söz konusuydu. Daha doğrusu ülke bütünüyle “büyük kardeş” tarafından denetlenemiyordu.

Bu nedenle o yıllarda bazı gerçekler ve belgeler de yayınlanabilmişti. Ama sonra “Sovyet aydınlığı” hepsinin üzerini örttü. Bugün bu gibi kitapları Rusya kitaplıklarında bile bulamıyorsunuz. Örneğin bahsettiğimiz 170 kadar kişiden anayurdunda ve eceliyle ölme şansını elde edebilen, ancak birkaç kişi mevcut. Onlar da sürgünlere gönderilmiş, eziyetler çekmiş ve tesadüfen hayatta kalabilmiş kişilerdir. Bu kitabım, o dönemi gerçeklere uygun bir şekilde anlatmaya çalışmanın yanında, tüm bu insanlarımız için bir mezar taşı da sayılabilir diye düşünüyorum. Çünkü özellikle 1937-1940 yıllarındaki “temizliklerde” yokedilen bu insanlarımızın bir mezarı bile bulunmuyor.

KF: Milli aydınlara yönelik bir temizlik kampanyasından bahsediyorsunuz. Aydınlar toplumsal kimliğin en önemli unsurlarıdır. Sizce neden işlendi bu cinayetler?

S.Berzeg: “Sovyet İnsanı” yetiştirmek için, daha sonraki kuşaklara milli ve dini bilinç intikal etmemesi için. Sonuç olarak, Kafkas kültürünün yokedilip kendi “ileri” kültürlerinin ve egemenliklerinin hakim kılınması için yapıldı tüm bunlar. Kalan insanlarımızın birçoğu da Ruslar’ın “Büyük Anavatan Savaşı”nda (Oteçestvennıy Voyna), içinde yaşadıkları hapishaneyi savunmak için cephelere gönderilerek kitleler halinde yok oldular.

Aslında benzer bir süreç Kafkasyalı göçmenler bakımından da Osmanlı Devleti ve Kurtuluş savaşı döneminde yaşanmıştır. Ama burada toplumu ve kültürü yoketme görevini savaşlar gördü. Örneğin Türkiye’nin Marmara yöresindeki, özellikle de Düzce-Adapazarı yöresindeki köylerde, bizden bir önceki kuşakta, babasını görererek ve onun eğitimini alarak büyümüş bir çocuk neredeyse yoktu. Hepsinin babaları ya Sarıkamış, Yemen vb. yerlerde, ya da Anadolu ihtilali ve karşı ihtilal içinde yokolup gittiler. O yüzden bizde de kuşaklar arasında yeterince kültür aktarımı olamadı.Yokluklar içindeki zavallı kadınlarımız çocuklarına ne aktarabildilerse geriye işte o kaldı. Türkiye’de uğradığımız asimilasyonun -diğerleri yanında- en önemli nedenlerinden biri budur.

SSCB ve Çarlık Rusyası’nda yaşadıklarımız ise çok farklıydı. Oradaki tam bir soykırımdır. Bunu bugün bile Rusçuluk ve Sovyetçilik oynamaya çalışan tiplere anlatmak biraz zordur. Ama SSCB’nin ilk yıllarında fiziki “temizlikler” yanında “istenmeyen ve yokedilmesi gereken sınıflar” a mensup olduğu varsayılan birçok insanın, okuma ve insan gibi çalışma hakları bile ellerinden alınmıştır.

KF: Birleşik Kafkasya fikrini savunan ya da “olanaksız” gören pek çok kişi ve yapı kurulmasına karşın kavram üzerinde ortak bir tanım olduğunu söylemek zor. Siz nasıl tanımlıyorsunuz Birleşik Kafkasya’yı? Birleşik Kafkasya Nedir?

S.Berzeg: Birleşik Kafkasya egemenler tarafından yüzyıllardır parçalanmaya çalışılmasına karşın, o koşullar altında bile hep yaşayan ve gelişen bir gerçektir. Zorunlu bir gerçek. Kafkasya halklarının, geçmişte olduğu gibi günümüzde de sıkı sıkıya kenetlenmeden, ortak kültürlerini geliştirmeden, birbiriyle kardeşçe diyalog kurmadan hiçbir şey başarmaları mümkün değildir. Kafkasya’daki “federe” cumhuriyetlerin ne kendileri, ne de sınırları, burada yaşayan halklarımızın isteğiyle oluşturulmamıştır. Bu nedenle pratikte bir anlam da taşımıyorlar.

Kafkasya bazılarının zannettiklerinin aksine, iletişim ve ulaşımın kolaylaştığı günümüzde hiç de büyük bir coğrafya değil. Buradaki halkların birbirinden koparılmaları gerçekte mümkün de değil. Örneğin yobaz Stalin’in daha 1910’lu yıllarda Gürcü kültürünün etkisinde olduğunu varsayıp onun içinde kaybolmasını uygun gördüğü Osetya’nın güney bölgesi ve Abhazya, Sovyet sisteminin “yabancı halklar” olarak göstermeye çalıştığı kardeşleriyle bütünleşebilmek için mücadele etmekten asla vazgeçmediler. Glasnost sonrasında İnguşya -gerçekte aynı dili konuştuğu- Çeçen kardeşlerinden ayrılarak sözde ayrı bir “federe” cumhuriyet oldu. Ama iki ülke arasında hala bir sınır çizilemiyor ve onbinlerce Çeçen mülteci de bu bölgede yaşıyor. Gerçekte Kafkasya halkları arasında dil ve lehçe farklılıkları dışında önemli hiçbir fark yoktur.

KF: Karşı argümanlar da var. Söz gelimi, Kafkasya’da “yüzlerce” dil olduğu ve bu halkları birleştirmenin imkansız olduğu söyleniyor.

S.Berzeg: Elbette söylenir. Sömürgecilik dönemlerinde İngilizler ve Fransızlar da örneğin Hindistan ve Cezayir vb. için aynı argümanları ileri sürüyor ve -tıpkı Rusya’nın hep yaptığı gibi- kendileri olmazsa bu ülkelerin açlıktan öleceğini ve insanlarının birbirlerini gırtlaklayacaklarını iddia ediyorlardı. Bu sömürgecilere, imparatorluklara has ve artık çok bayatlamış bir argümandır. Dil konusunda ileri sürülen iddialar da aynı şekilde abartılmıştır. Kafkasya’da (bizim Kafkasyamızdan bahsediyorum, Kars’tan veya Erivan’dan değil) en fazla on tane temel dil sayabilirsiniz. Kaldı ki bugün Kafkasya halklarının ortak bir anlaşma dili de vardır. İki yüzyıla yaklaşan Rus sömürgeciliğinin ülkede neden olduğu “olumlu” tek şey de belki yalnız budur.

KF: Peki ya din? Hıristiyan olan halklar var. İslam’a bakış açıları ve dinin hayatta tuttuğu yer konusunda da farklılılar var.

S.Berzeg: Bunlar her ülkede var. Siz örneğin Ruslar’ın bile koca Rusya’nın her yanında, hepsinin aynı fikirde, aynı zihniyette insanlar olduğunu mu düşünüyorsunuz, ortak kültürden bahsedildiğinde. Bizim açımızdan da önemli olan, ortak noktalarımızı, ortak yurdumuzu ve geleceğimizi önemsemek, her toplumda olan küçük ayrılık unsurlarımızı abartmamaktadır. Daha önceleri Şamil Vakfı’nda yapılan bir söyleşide de vurgulamıştım. İş “küçük” halklara geldiğinde en basit gerçekler bile çarpıtılabiliyor. Sömürgecilerin ve bize dost olmayanların ileri sürdüklerini biraz sorgulamamız ve dünyaya biraz bilerek ve kendi gözlerimizle bakmamız gerekiyor.

KF: Kafkasya Dağlıları Halk Partisi’nin eylemcilerinden Balo Bilatti’nin Avrupa’da yayınlanmış makalelerine baktığımızda Kafkasya’ya yönelik olarak Federasyon-Konfederasyon seçenekleri üzerine değerlendirmeler yaptığını görüyoruz. Kuşkusuz kendi yaşadığı dönemin bakış açıları üzerinde etkisi büyük. Türkiye’deki bakış açısındaysa Birleşik Kafkasya’yı kurabilmek için tüm kimliklerden tek bir kimlik yaratılması gerektiği gibi bir düşünce haklim. Sizce bu gerekli midir, dahası mümkün müdür?

S.Berzeg: Bu bakış açısı biraz da Türkiye’nin geçmişteki otoriter yapısından kaynaklanıyor. Kafkasya’da böyle bir şey hiçbir zaman -Ruslaştırma gayretleri dışında- hiçbir dönemde olmadı ve olamaz. Bu tür zoraki “uluslaşma” süreçleri Kafkasyalılar’ın milli karakterine bütünüyle aykırıdır. Eski dönemlerde bile bizim toplumumuzda, -hani şu Vahabist” oldukları iddia edilen Çeçenler’de bile – aynı aile içinde bile Hıristiyan, pagan ve müslümanlar olmuş ve insanca bir arada yaşamayı becermişlerdir. Zaten bizi “Kafkaslı” yapan ortak kültür unsurlarımızdan biri de işte bu tolerans fikridir.

KF: Kafkasya’da dönem dönem birleşme eğilimi kendini hissettirirken bunun aksi de görülebiliyor. Örneğin SSCB’nin son döneminde kurulan “Kafkasya Dağlı Halkları Konfederasyonu” gibi olumlu bir örnek de varken bugün bazıları böyle bir şeyin mümkün olamayacağını iddia edebiliyorlar. Nedir bu değişkenliğin sebebi?

S.Berzeg: Özellikle son zamanlarda bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuş bazı insanlarımız, bazan kişisel ve grupsal komplekslerinin dürtüsüyle, bazan da okuyup bilgi edinmektense Kafkasya’nın düşmanlarının ürettiği bazı ajitatif sloganları papağan gibi tekrarlamak kolaylarına geldiğinden, böyle laflar edebiliyorlar. Bu gibi kişilerin, bu “bilgileri” nereden aldıklarını ve nasıl bir kişiliğe sahip bulunduklarını ciddiyetle sorgulamamız gerekiyor.

Kafkasyalılar, İmam Mansur dönenimden başlayarak her fırsatta birlik yönünde hareket etmişlerdir. (Son yıllarda Bilkent Üniversitesi’nde Yrd. Doç. Dr. Mithat Çelikpala’nın bu konuda hazırlanmış ilginç bir tezi de var.) Örneğin bugün Adıge Cumhuriyeti’nin bayrağı olarak kullanılan ve XIX. yy’da hazırlanmış bulunan oniki yıldızlı bayrakta, yalnız Adigeler’in değil, onlarla birlikte Rus emperyalizmine karşı savaşmakta olan bazı Abhaz-Abaza boyları, Vubıhlar ve hatta Karaçaylılar’ın da birer yıldızları vardır. Şamil’in naibleri (komutanları) arasında tüm Dağıstan halkları, Çeçenler, İnguşlar vd. yanında, ilk fırsat doğduğunda Adıgeler ve Osetler de yer almışlardır.

Şubat 1917’de Çarlığın devrilmesi sırasında, Kafkasya’nın tüm halklarından aydınlar daha bir hafta geçmeden bir araya gelmiş ve “Kafkasya Dağlı Halkları Birliği” ni örgütleyebilmişlerdi. Bağımsız  Kafkasya Dağlıları Birliği (Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti)’nin ve onun parlamentosunun beyaz Gönüllü Ordu tarafından dağıtılmasından sonra (Mayıs 1919), bu cumhuriyeti yeniden oluşturmak için savaşan ve tüm halklarımıza mensup milliyetçi-sosyalist-din adamları vb. dan oluşmuş bir koalisyon olan “Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti Savunma Konseyi” yine aynı yedi yıldızlı Kafkas Birliği bayrağının altında savaş vermişti. İkinci dünya savaşı yıllarında da durum farklı değildir.

1990’lı yıllara bakıldığında da, Kafkasya’nın yıllar boyu özenle parçalanmış ve halklarımız arasındaki tüm yatay ilişkilerin özellikle yok edilmiş olmasına karşın, aydınlarımız aynı Kafkas Birliği altında “Kafkas Halkları Konfederasyonu” örgütünü oluşturabilmişlerdi. Üstelik bu Konfederasyon “Kuzey Kafkasyalı olmayan” Abhazya’da, Sohum’da oluşturulmuş ve Abhazya Cumhuriyeti sonraki kazanımlarını -Ruslar falan değil- sadece Kafkasyalı kardeşlerinin oluşturduğu bu birlik sayesinde elde etmiştir.

Bu tarihten sonra Kafkasya Cumhuriyetleri’nin halklarını birbirine düşürmek için çok uğraş verildi. Dağıstan’da, Kabardey-Balkarya’da, Karaçay-Çerkes’te, yapılan pek çok provokasyona karşın, halklarımızı birbirinden koparamadılar. Zaten ayrılıp da nereye gidecekler ki? İnguş’u Çeçen’den, Adige’yi Balkar ve Karaçaylı’dan nasıl ayıracaksınız. Bir çok yerde aynı aileden insanlar bile Adıge, Balkar, Oset adı altında yaşıyorlar. Çeşitli “cumhuriyetlerde” ayrı adlar altında yaşasalar, hatta ayrı diller konuşsalar bile aynı soydan ve kültürden geldiklerinin bilincindeler. Örneğin Osetler’in (aslında tüm Kafkas’ın) milli şairi Kosta Hetagkatı “Kaskon” yani Adıge asıllı olduğunu yazılarında belirtir. Kabardey-Balkarya’da “Adıge Khase” nin başkanlığını yapmış bulunan ünlü yazar Nalo Zavur büyük olasılıkla Oset kökenlidir. Şu fotoğrafa bakınız. Bu merhum Çeçen Devlet Başkanı Maskhadov’dur. Onun ailesi de birkaç kuşak önce Çeçenya’da yerleşmiş “Makhsıde” adlı bir Adıge ailesidir. Bu gibi örnekler saymakla bitmez.

Rahmetli Maskhadov’un bu resmini gören bir insan, ona “terörist” diyebilir mi? Ama aramızda yaşayan ve “bizden” olan bazı zavallılar başkalarının çıkardığı bu türküyü söylemekten bile utanmıyorlar.

KF: Yine de bu bölgeler ve halklar arasında mesafe var ve farklı süreçlerden geçiyorlar. Politik farklılıklar süreçlerin ortaklaşmasını da zorlaştırıyor. Söz gelimi Çeçen ulusal hareketinin bağımsızlık tercihi, Konfederasyon yapısını olumsuz etkilemiş olabilir. Hatta konfederasyonun yıkılmasına sebep oldu diyebilir miyiz?

S.Berzeg: Hayır bu söylenemez. Rusya boş durmuyordu. Kafkasya Halkları Konfederasyonu’nu yıkmak için -özellikle onun Abhazya, Güney Osetya, Çeçenya vb. yörelerdeki eylemlerinden sonra- ellerinden geleni yaptılar. Kafkasya cumhuriyetlerindeki eski Komünist Parti Sekreterleri olan yöneticiler de, bu olumlu örgütü kendi yerel iktidarlarına bir rakip olarak algıladılar. Pek çok lideri öldürüldü, “trafik kazasında” öldü, ya da çeşitli şekillerde baskı altına alındı. Çeçenya ve Abhazya Cumhuriyetleri Konfederasyon örgütünü devlet bazında destekleyen ve ona katılan iki yönetimdi.

KF: Abhazya savaşı sırasında bu baskıdan söz edemeyiz değil mi?

S.Berzeg: İlk dönemlerde Rusya’da ne yaptığını bilmiyordu. Onlar da şaskındılar, iktidar sorunu vardı. Kendi parlementolarını bombaladıkları bir dönemden söz ettiğimizi unutmayalım. Kabardey’de, Cumhurbaşkanı seçiminin yapılacağı dönemde Çeçenya bağımsızlığını ilan ediyordu. O dönemde oralardaydım çok yakından izleme şansım oldu. O günlerde Ruslar Grozni’ye bir paraşütçü taburu indirdiler. Çeçenler hepsini paketleyip silahlarını da alıp geri yolladılar. Oradan gelen Kabardey bir subayı hiç unutmuyorum. Nalçık tiyatro binasında yapılan bir toplantıda Allah’a dua ediyordu: “Allah bize de aynı bilinci versin. Bir adamın kendisine ait mersedes marka otomobilini ters çevirip barikata koyduğunu gördüm.” Ayakkabısının içine girebilecek yaşta – Adigece, yediden yetmişe anlamına gelen bir deyim- herkes sokağa döküldü.” Hava böyleydi ve takdir edersiniz ki, bu hava herkesin hoşuna gitmez.

İlk yıllarda Rusya’nın Abhazya’yı desteklemek gibi bir niyeti yoktu. Yardım gitmesin diye ellerinden geleni yaptılar. Ben hiç unutmuyorum. Adıge Cumhuriyeti Başkanı Aslan Carım konuşma yapıyordu: “Önemli bir şey yok, Şevardandze’yle telefonla konuşuyoruz, halledeceğiz ufak bir anlaşmazlık var” diyordu. Bu sırada Gürcüler Sohum’da katliam yapıyorlardı. Carım, Adige Khase’nin örgütlediği halka konuşuyordu. Adam Khuade adlı bir genç Carım’ın sözünü kesti ve gerçekleri anlattı. O genç sınırdaki Rus tanklarını aşarak Abhazya’ya girmiş ve durumu kendi gözleriyle görmüştü.

Halk Aslan Carım’ı Lenin heykelinin önünde terk etti ve Adige Khase’ye gittiler. Oradan Grozny’e gidip silah alıp Karaçay Çerkes dağlarından Abhazya’ya girdiler. Bugün Abhazya’ya bir saldırı olsa artık oradan da giremeyecegiz, Ruslar o yollara da garnizonlar koydular. Bir de benim hayatımda gördüğüm en güzel manzaradır. Konfederasyon bayrağıyla Abhaz bayrağını yan yana dalgalanırken görmüştüm. Gagra’nın alındığı günlerdi. İki bayrak yana yana dalgalanıyordu.

Sonradan, Çeçen savaşı başladıktan sonra Abhazlar da gözardı ettiler konfederasyonu. Rusları kızdırmamak için…

KF: Güçlü bir fikir olmakla birlikte önünde çok büyük engeller uzanıyor. Bu engeller nasıl aşılabilir?

S.Berzeg: Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’nden bahsederken illa hemen Rusya’dan kopmak gerektiğini söylemiyorum. Öncelikle kendimizi tanımamız, tarihimizi bilmemiz lazım. Kafkasya tarihinde Sovyet döneminde boş bırakılmış sayfalar var. Özellikle yanlış yazılmış şeyler var. Geçenlerde, Kabardey-Balkar Beşeri Bilimler Enstitüsü’nde 1918’de İstanbul – Kafkasya komitesinin yayınladığı Kafkasya’da yapılan kurultaylarla ilgili iki kitap Rusça olarak basıldı. İnşallah basanlar pişman olmaz. Orda basılmıyorsa burda basılması lazım, bu tür eserlerin. Tartışmamız, yaptığımız hataları gözden geçirmemiz gerekiyor ve bu ancak doğru bilgilerle yapılabilir.

Yüz yıllardır bin yıllardır birlikte yaşadığımız toplumlara, insanlara düşmanlık ederek onları görmezden gelerek hiç bir geleceğimiz olamaz. Siyasi birleşme gerçekleşemiyorsa bile sosyo-kültürel mevcut birliği gözardı etmemek gerekiyor.

KF: Umutlu musunuz?

S.Berzeg: 1980’lerde SSCB’nin yıkılacağını söylesen gülerlerdi herhalde insana. Ama yıkıldı. Yıkılması için yeterince neden vardı, daha doğrusu SSCB diye bir ülke olması icin yeterince neden yoktu. Anormal bir devletti. Zorbalıkla kurulmuş başka imparatorluklar için de kurabiliriz aynı cümleyi. SSCB’de bir imparatorluktu. Çarlık Rusyası ardından 1918’de tekrar zorla hapsettiği halklar arasına 1950’lerde hiç ilgisi olmadan Letonya, Estonya gibi Baltık ülkelerini de ekledi. Ama bak olmuyor. Onlar da ayrıldılar sonunda.

Zorla olmuyor…

Aynı şey Rusya Federasyonu’nun başına da gelecektir. En azından gelebileceğini düşünerek buna göre hareket etmek lazım.

* Söyleşi, son sayısı 2006’da basılan Kafkasya Forumu Dergisi’nde  yayınlanmıştır. Dergi Arşivimize portal menüsü üzerinde yer alan “Dergi” menüsünden ulaşabilirsiniz.

Bir cevap yazın