Said Şamil’den Mektup – 10.06.1980 Birleşik Kafkasya , Eskişehir, 1995, No:3, s:48-54 ve No:4, s:31-39 |
Sayın Bay Nevruz Kardeşime, 19/2 tarihli mektubunuzu aldım. Dava ile alâkalı düşünüşünüz beni çok mütehassıs etti.
Çarlara karşı 1917 inkılâbı patlak verince, bütün gözler otomatikman Kafkasların karlı zirvelerine yöneldi. Lenin bile, Rus mahkûmu milletlere tevcih ettiği bildiride, bizleri ön plana alıyordu. Bunun amili ecdadın gösterdiği kahramanlıktı. Biz maalesef bu itibarı piç ettik. Şimdi Kafkas davasında bile faktör olmaktan aciz bir duruma düştük.
Bunun en veciz misali Eisenhovver’in onayladığı mahkûm milletleri anma haftasında bizi hesaba katmamalarıdır. Bundan beş yıl önce, Washington’da yapılan anti-komünist bir toplantıya gitmiştim. Orada başta Çin olmak üzere komünist mahkûmu milletler yer aldılar. Senin Baymirza Hayıt da, Türkistan’ı temsil hevesiyle Almanya’dan gelmişti. Orada mahkûm milletlerin yaptıkları resmi geçitte, ne bizim bayrağımız, ne o bayrağı kaldıran bir gencimiz vardı. Alâkasızlığın bu hazin manzarası kendiliğinden şu intibaı veriyor. Amerika’da yaşayan binlerce vatandaşımızda acep vatan duygusu kalmadı mı? Bu sorunun bende bıraktığı acı tepkinin tesiri altında New York’a gidip kimseyle görüşmediğim gibi, Ramazan Karça’nın mektubunu da cevapsız bıraktım. Bunu aynen kendisine yazmanızı rica ederim.
Birer birer ahirete göçen inkılâp sonrası büyüklere gelince; şu muhakkak ki, Rus inkılâbı bizi hazırlıksız yakaladı.
Kuban’da tatbik edilen slavlaştırma ameliyesine rağmen, Kafkasya’nın diğer bölümlerinde Çarizm’in halka karşı gösterdiği sakıncalı ihtimamın Kuzey Kafkasyalılara tekrar canlanma ve yeniden derleme fırsatı verdiği muhakkaktır. Geçmişin savaş destanları ile durmadan mayalanan cumhur, her an ateşe atılmaya müheyya idi. Bugün Sovyetler Birliği denilen toplulukta, o gün için, böyle bir haleti ruhiyye’nin bizde olduğu gibi başka varlıklarda olduğunu sanmıyorum.
İnkılabın devamı müddetince (bilhassa Dağıstan ve Çeçenistan’da) ruhanilerimiz halkı bu haleti ruhiyye içinde muhafaza etmesini de bildiler. Teessüfe şayan olan husus; bu dînî kadronun ne umûmi durumdan, ne siyasi icabdan, ne de askeri stratejiden haberleri vardı. Ulemânın bu eksikliğini doldurabilecek yegâne varlık askeri sınıftı. Yalnız Dağıstan ve Osetya’da yetişen subayların yekûnu altı bini aşıyordu. Bunların arasında tecrübe görmüş generaller, yetişmiş kurmaylar vardı. Bu subayların göğüsleri nişanlarla donatılmış olduğuna göre, her birinin ayrı bir değeri var demekti. Eğer bu kadro milli varlığı kurma ve koruma çabasında ulemâyı desteklemiş olsalardı, yalnız Kuzey Kafkasya’nın değil, bütün Kafkasya’nın mukadderatı bambaşka bir istikamet alabilirdi.
Ümera dediğimiz bu zabitler gurubunun, inkılâbın başından sonuna kadar, şuursuz denecek bir eda ile “Tanrı Çarı Korusun” duasını tekrar edip durmaları tam manâda ruhi bir sapıklıktı. Bunu yapmakla şerefli bir tarihi tezyif ettiler. Millî, koca bir varlığı hakir bir hale soktular. Kendilerini de perişan edip gittiler. “
Münevver denilen zümreye gelince: Maalesef yalnız bizde değil, Rus mahkûmu bütün Müslüman-Türk illerinde, bu sınıf, Hıristiyan bölgelerde olduğu kadar gelişememiştir. Gelişenlerde Üniversitenin tesiri altında çoğu sola doğru kayıyordu, inkılâbın ilanı üzerine bizde de aydınlarımızın genç tabakası, Korkmazov ve Mansurov gibi solcuların peşine takılarak ham bir hayal uğruna, komünizme yem oldular.
İstiklâlimizi ilan eden Tapa Çermoyev, Haydar Bammat ve Pşimaho Kosok grubunun da, her nedense mukadderatlarını dıştan gelecek yardımlara bağladıkları görülüyordu. Nitekim, bunların memlekete Türk Ordusu ile gelip hükümet kurmaları yine Türk Ordusu’nun çekilmesini müteakip, monarşistlerin tehdidine boyun eğerek onlara hükümeti bırakıp gitmeleri, monarşizm ile ulemâyı, karşı karşıya getirdi. Bundan da komünistler faydalandılar. Bu olay bizim için fiyasko idi. Fakat bu olayın peşi sıra, diğer Kafkas Cumhuriyetleri’nin, iskambilden yapılmış şatolar gibi arka arkaya yıkılmaları, ister istemez bizleri düşünmeye itmektedir ki, bunun da iki satırda ne tefsiri ne de tahlili yapılabilir.
Saygıdeğer Bay Nevruz,
Kuzey Kafkasya davasını beynelmilel toplantılarda başarı ile temsil edecek bilgili, iyi lisan bilen ve diplomatik tartışmalara yatkın bir şahsiyete sahip olmadığımızdan dolayı üzülmekte haklısın.
Bizim devlet ricalinin önde gelenleri, Kafkasya’nın istilası üzerine Paris’te toplanmışlardı. O sıralarda Çermoyev Grozni’deki petrolünü İngilizlere sattığı için “hazayın”lığı yapıyordu. Bunlar düşündüler, danıştılar ve Türkiye ve Mısır’daki hemşehrilere başvurdular.
Eski muhacirlerimiz arasında daha dava ile alâkadar olanları vardı. Türkiye’den ve Mısır’dan kalkıp Paris’e gidenler oldu. Fakat düşünülen temsil kadrosu için gereken bu masrafları bu toplantı taahhüt altına alamamış olacak ki, öz derdine çare bulmak üzere herkesin bir tarafa gittiği görüldü. Gürcü, Ermeni ve Azeri heyetlerle bağlantıyı muhafaza etmek üzere, Çermoyevlere damat olan Haydar Bey’den başka Paris’te kimse kalmadı.
Yunanlıları denize döktükten sonra Cumhuriyeti ilan eden Atatürk’ün, yavaş yavaş Türkoloji ile şahsen ilgilendiği görüldü. Bunu fırsat sayan mahkûm Türk ülkeleri mümessilleri, canlı davalarına alâka dilediler, itiraf etmek gerekir ki, bu isteğe Atatürk karşı çıkmadı. Buna muhalefeti İsmet Paşa yaptı.
Tam bu sıralarda Mareşal Pilsudski Polonya’da idareyi ele aldı. Onun, Rus mahkûmu milletler davasıyla yakından ilgilenmesi ve bu ilgisini Türkiye’ye resmen bildirmesi üzerine, fırsat bu fırsat hepimiz Varşova’ya gönderildik.
Dışta, hatırı sayılabilecek kadar muhacir bir kitleye sahip olduğumuz için Yahudiler ve Ermeniler çapında olmasa da, bir şeyler kurmayı düşündük. Buna temel olsun diye ilk hamlede, Rusçaya vakıf gençlerimizden Varşova’da bir kadro kurmayı kararlaştırdık. Polonya’da olduğumuz için Türkiye’den buna pek istekli çıkmadı. Paris’ten ise tahmin edilmesi müşkül serseriler gurubu geldi. Eğer Prag’dan münevver gençler yetişip durumu kurtarmasaydılar, bizler için rezalet mukadderdi. Şimdi bu kadrodan hayatta kalan Münih’te hasta bir Baytugan, Amerika’da da ihtiyar bir Kulattı var. Senin merhum Canbek de bu topluluğa mensup idi. Artık Varşova bizim milli faaliyetlerimiz için bir hazırlık merkezi, bir karargâh olmuştu. Buraya eski muharecetten gençler getirip Rusçayı öğretmek ve davayı benimsemeleri için mücadeleye kendilerini fiilen sokmak lazımdı.
1931’de Filistin Müftüsü merhum Emin-el-Hüseyni, Ayaz-İshaki Bey ile beni Kudüs’te toplanacak olan büyük islami toplantıya davet etmişti. Suriye ve Ürdün’deki hemşehrilerle görüşmek için bunu fırsat saydım. Ben, Kafkasya’ya hareket etmeden önce; Kral Faysal’ın davamıza gösterdiği alakadan faydalanarak Avukat Musa Kazım Bey ve bazı arkadaşlarla Şam’da resmen bir “Kafkas Cemiyeti” kurmuştuk. Dernek mahiyetinde olan bu kuruluşun aynını Hikmet Bey Kafkasya dönüşü Amman’da kurdu. Bu suretle gençler arasında kaynaşma genişliyordu. Biz de elden gelen imkân ve neşriyatla, Varşova’dan bunları takviyeye çalışıyorduk.
Birinci Dünya Savaşı yakındoğuyu maskara hale sokmuştu. Osmanlı İmparatorluğu tasfiye edilmiş fakat bu tasfiyeye ön ayak olan Araplık mirasa konamamıştı. Bunun da müsebbibi İngilizlerdi. O sıralarda İngilizlere en çok kafa tutan Mısırlılar olduğuna göre, Kahire Arap alemi’nin merkezi sayılırdı. Memlükler devrinden beri, Çerkezlerin sızıntı sahası olan bu ülkede, Memlüklere en hunhar darbeyi Mehmet Ali Paşa indirmiş olmasına rağmen Mısır’ın en güzide devlet ricaliyle zenginler tabakasını Çerkezler teşkil ederdi. Yakındoğudaki Kafkas muhaceretini harekete geçirmek için bunların ele alınmaları lazımdı. O günkü şartlara göre bunu tahakkuk ettirmek hiç de kolay değildi. Polonya hariciyesi kanalı ile takriben ülkelerimizde çıkan bütün yayınlar tetkikimizden geçtiği için Kudüs’teki toplantıya hazırlıklı olarak gittik. Orada İslam aleminin her yerinden gelen yüzlerce mümessilin muvacehesinde, komünizm Stalin devrinin o kanlı vahşetini ve bu mezâlim altında inleyen müslüman halkın canhıraş manzarasını apaçık ortaya serdik. Broşürlerle de ayrıca bu kıpkızıl hamlenin amaçlarını belirtmeye çalıştık.
Bütün bu izahatin azalar üzerindeki tesiri derin oldu. Tatbik edilen vahşet dolayısıyla komünizmi tel’in edici kararlar alındı. Alınan kararlar bütün islam matbuatına intikal ettirildi. Sarıklı, sakallı ikiyüz küsur saygılı şahsiyetin arasında, benim gibi bir gencin büyük bir çoğunlukla genel merkeze seçilmesi bizlere karşı duyulan itimadın gösterisi idi. Bu tezahür Mısır’da sevgi ile karşılanmamıza da zemin hazırladı. Kahire’de iki ay kaldık, ikâmetimiz müddetince Mısır matbuatı kızıl vahşetin tahlilini kendine konu yaptı. İslam aleminin en büyük dini bilimler merkezi olan “EI-Ezher”in başkanlık makamına komünizmin dini yönden tahlilini yapan bir yazı sunduk. Bunun üzerine Ezher’de bir komisyon kuruldu. Bizden müeyyideler istendi. Neticede Ezher’in rektörü “El-Şeyh El Ekber” komünizmin reddine fetva verdi. Bunu bütün İslami mercilere bildirdi. Ve bütün camilerde, Rus mahkûmu müslüman varlıkların kurtuluşu için dua etmeleri talebinde bulundu.
Bu saldırılar Kremlin’dekileri çileden çıkarmış olacak ki kızıl yayında ilk kez, Ayaz Bey ile benim isimlerimiz teşhir edilmek suretiyle, dışta yaptığımız işler tenkid edildi. O sıralarda böyle bir teşhir bilhassa şahsiyetlerimiz hesabına büyük bir reklamdı.
Bizler de bu arada Mısır’da “Çerkez Kardaşlar Cemiyeti”ni kurmayı tahakkuk ettirmiş, başına da davaya bağlı Raşit Rüstem Bey’i getirmiştik. Bu işin gösterisi idi. Perdenin gerisinde Mısır’ın en cevval şahsiyetleri destek oluyorlardı.
Bu hamleler önümüze beklenmedik çalışma sahaları açıyordu. Fakat bize her nedense, bu sahalarda milli dava hesabına faydalanmak üzere at oynatmak nasip olmayacaktı.
Varşova’ya dönmek üzereyken pederin rahatsız olduğu haberi geldi. Bunun üzerine İstanbul’a hareket ettim. Pederin devam eden rahatsızlığı dolayısıyla ikametimi uzatma mecburiyetinde kaldım. Bu arada Varşova’dan ve Paris’ten kulağıma garip olaylar esmeye başladı. Bizim kuvvetlenmemiz oldum olası Gürcülerin işine gelmiyordu. Bu kerre beni kösteklemek için Azerileri de yanlarına alınca bizimkiler telaşa düşmüşler ve vaktiyle muhalefet ettiğim bir çok konular üzerinde gıyabımda bile bile tenzilâta gittikleri yetmiyormuş gibi, üstelikte beni ve vesayet altına almaya kalkışmaları bilmem neden, çok ağrıma gitti. Zaten altı yedi yıl dinlenmeksizin didinmekten gına gelmiş olacak ki, üzerinde durmadan ve düşünmeden Parti’nin genel sekreterliğinden çekildim.
Yapılan bütün tavassutlara rağmen tam altı yıl ortak faaliyetten uzak kaldım. Bu arada dünya muvazenesi lehimize değişiyordu, İtalya Habeşistan’da İngiltere’ye meydan okuyor. kapitalizmle komünizm; Cemiyeti Akvam’da elbirliği yapmalarına rağmen İspanya’da sağcıların galebe çalması, Japonya’ya kadar tepkisini gösteriyor ve Kızıl Rusya adeta çember içine alınıyordu. Buna rağmen bizimkilerden ne bir ses ne de bir nefes çıkıyordu. Nihayet Bruxelles’e gidip bir “Kafkas Konfederasyon Paktı” imzaladılar. Fakat Ermenistan bu birliğin dışında bırakıldığına göre, yapılan bu gösteride anlaşmadan ziyade anlaşmazlık teşhir ediliyor demekti.
Durum her bakımdan lehde inkişaf etmesine ve bizimkilerle Musavatçıları peşine takmış olmasına rağmen, Menşevik Gürcü hükümeti bir şey yapamıyordu. Bu durumu çok iyi kavrayan Sayın Haydar Bammat; Japonlarla anlaşarak yaptığı neşriyatla, durmadan Menşevik Gürcü hükümetini vurmaya başladı. Gayesi Türkiye’yi kazanmaktı. Halbuki ne olur ne olmaz, Türkiye bu maceraya katılmak istemiyordu. Bu yüzden Haydar Bey’in çabası neticesiz kalıyordu.
Bu kaynaşma sırasında Polonya Hariciyesi, Varşova’da yapılacak bir toplantıya beni resmen davet etti. Toplantıya Rus mahkûmu milletler iştirak edeceklerine göre, yapılan davetin mefhumu açıktı. Arkadaşlar da yaptıklarına çok pişmandı. Düşündüm, neticede gitmeyi daha uygun buldum. Herkesten önce arkadaşlarla görüştüm. Gıyabımda yapılan üç şeyi taktirle karşıladım. Biri, Paris’te bir türlü yerine oturtamadığımız dergiyi ele alan Barasbi Baytugan’ın, onu diğer milli dergilerle rekabet eder bir duruma sokması; ikincisi, kurmay albay Bahaeddin Hurş’un, Kuzey Kafkasya’nın seksen yılı aşan müridizm savaşlarını ciddi şekilde kaleme almaya başlaması oldu. Ben orada iken bu eserin, Dağıstan ve Çeçenistan iki cildi baskıya verilmek üzere tebyiz ediliyordu. Her cild üç yüz sahifeyi bulacaktı. Bahaeddin Bey’e eserin kaç cild olacağını sordum. Çerkes muhaceretine sebep olan savaşlara varmak için sekiz cildi aşar, cevabını verdi.
Üçüncüsü de kütübhane mevzuu’dur. Ben Varşova’ya milli bir kütüphane götürmüştüm. Almanca, Macarca, Fransızca, ispanyolca, italyanca, Latince Kafkas konusunda yazılan bu nadide eserlerin, esas toplayıcısı merhum Hüseyin Tosun Bey olmuştu. Buna ben de birşeyler kattım. Yekûn dört veya beş bini aşıyordu. Arkadaşlar buna Rusça ve Polonca binlerce te’lif daha ilave etmişler. Bu suretle baha biçilmez tarihi bir kitap-saray kurulmuş oldu. Yeniden toplanması imkansız bu mecmua ve hazırlanmakta olan o tarihi yazılar, Varşova bombardımanlarında yok yere yandı.
Polonya’ya geldiğim sırada, Mareşal Pilsudski artık yoktu. Fakat Polonya halâ onun platformu üzerinde duruyordu. Bu büyük insanın; Fransa ile olan askeri bağlantılarına bakmadan, Almanya ile on yıllık bir ademi-tecavüz anlaşması imzalaması ve Rusya’ya karşı olan düşüncelerini Hitler’e açması, bu da yetmiyormuş gibi Polonya ordusunu Rusya’ya karşı yapılacak müşterek harekatta Almanya’nın motorize ağır silahlı kıtalarına yardımcı olacak mahiyette portatif silah ve süvari birliklerle teçhizi; Mareşal’ın ne bahasına olursa olsun Rusya’yı parçalamak için Almanlarla işbirliği etmeye kararlı olduğunu gösterir. Bu toplantıya – Müslüman ve Hıristiyan – Rus mahkûmu milletlerin takriben en sorumlu olan mümessileri iştirak ediyorlardı. Ormanlarla çevrilmiş ıssız bir binada yapılan bu toplantı takriben dört gün sürdü. Dış işlerinden ve genelkurmaydan gelen sorumlu şahsiyetler tarafından ayrı ayrı yapılan açıklama ve verilen bilgilerin bizde; Rusya’ya karşı açılacak savaşta, Polonya’nın bütün varlığıyla Almanya ile işbirliği yapma arzusunda olduğu intibaını uyandırıyordu.
Polonyalılar dahil, toplantıya katılanların müşterek görüşlerine göre, bolşeviklere karşı harekâta geçecek orduların cumhur tarafından desteklenmelerini temin için “köylüye toprak, halka hürriyet, milletlere istikbal” vaadinde bulunmaları şarttı. O sıralarda görüştüğümüz Alman ricali de bu fikre katılıyorlardı. Av bahanesiyle Polonya’ya sık sık gelip giden Mareşal Göring’in de düşüncesi herhalde bunu teyid eder görünüyordu.
Bu toplantıdan kararlı değil ümitli olarak çıkıyorduk. Fakat süratle hazırlanmak lazımdı. Ben yedi yıl önce genç kadrodan; Gazihan Beşolt Bey’i, hem “Promethee”nin redaktörlüğünü yapmak, hem de General Sultan Kılıç Girey ile General Biçeraha’ya yardımda bulunmak üzere Paris’e, Sayın Aytek Kunduh’u da memleketle olan bağlantıyı sağlamak için İran’a göndermiştim.
GPU’nun şiddetli takibatına rağmen iç örgütümüz hiç de fena değildi. Bilmem neden, arkadaşlar benden sonra dışla alâkadar olmadılar. Halbuki Türkiye, Suriye ve Ürdün’den müstaid gençler getirmek suretiyle, bu altı yedi yılda istedikleri gibi onları hazırlayabilirlerdi. Bu yüzden şimdi elimizde iki Kulatti’den başka kimse kalmıyordu. Ben de onlardan birini Berlin, diğerini de Roma’ya derhal mümessil olarak gönderdim. 1931’de İslam toplantısına gitmeden evvel Londra’ya uğramış, Gürcülerle birlikte orada bir “İngiliz-Kafkas Dostluk Cemiyeti” kurmuştuk. Bu kuruluşta, Baddaley ve Allen gibi Kafkas mevzuunda eserler vermiş yazarlar vardı. Ne yazık ki oraya gönderilecek hazırlıklı elde bir arkadaşımız yoktu. Bu, bizim gibi yalnız dışta üç milyon varlığa sahip bir topluluk hesabına rezaletti. Bunların arasında münevver denecek hiç kimse mi yoktu? Bilakis; bilginleri var, subayları var, Yakındoğu’daki hükümetlerde fi’len mevki almış şahsiyetler de vardı. Fakat bunlardan hiç birinin ne yazık ki, Öz milletine ayıracak ne vakti ne de ilgisi vardı. Bu, bize has çok acı bir kader tecellisidir…
Gurbetzedelerin bu toplantısından sonra, olaylar birbirini kovalarcasına takip etti. Bu yalnız bizleri değil, bütünüyle beşeriyeti de felâket gayyasına sürüklüyordu. Evvela Hitler haklı olarak bir “Sudet” meselesi ortaya attı. Bu Versailles’da tezgahlanan binbir rezaletten biri idi. Yaptıkları hatada ısrar, kepazelikleri ortaya koyacağına göre, Chamberlain ile Daladier’in pişkinlik gösterip Münih’e gitmeleri ve Hitler ile anlaşmaları gerçekten en kestirme yoldu. Arada yapılan anlaşma da ma’kuldu. O günkü durum nazara alınırsa, bu anlaşma her bakımdan Hitler’in lehinde idi. Maalesef, çavuşluktan gelen Führer bunu kavrayacak incelikten mahrumdu.
Chamberlain ile Doladier’ın Münih’te Mitler ile imzaladıkları anlaşmaya göre; Sudet mıntıkası olduğu gibi Almanya’ya iade ediliyor, ona karşılık Çekoslovakya’nın tamamiyet-i mülkiyyesi Almanya tarafından taahhüt ediliyordu. İngiltere ile Fransa’nın kaşarlanmış bu iki hükümet başkanı, kendilerini temize çıkarmak için bu anlaşmayı, Batı’nın demokrasi beşiği sayılan meclislerine bir sulh abidesi olarak takdime mecbur idiler. Bu suretle, (durmadan Yahudi temizliği yapmasına rağmen) Führer bu abidenin “sulh amblemi” olacaktı. Bu sayede hiç çekinmeden bir elini Japonya’ya, diğerini de Polonya’ya vererek Rusya’ya istediği gibi saldıracaktı. Savaş sonrasında taviz karşılığı, Polonya kendiliğinden Almanya ile anlaşma mecburiyetini duyacaktı.
Hitler, imzasını yağlamakla bir an içinde şahsına olan itimadı yitirdi. Üstelik milletler arası politika manivelesini de, yok etmek istediği Yahudilere kaptırdı. Bundan dolayı, yine haklı olduğu “Danzig” konusunu ortaya atarken, bu kerre bütün bir dünya ona karşı çıktı. Buna ilave, Almanya orduları Genel Kurmay Başkanı general Fritsch’in “Führer! Polonya’yı biz üç haftada ezeriz. Fakat bunun peşi sıra bir dünya savaşı başlayacaktır. Biz ona hazırlıklı değiliz…” mealinde yaptığı bu açık ikaza rağmen Hitler’in, amansız hasımı olan Stalin’in tuzağına düşerek Polonya’ya saldırması, düpedüz Almanya ve mukadderatlarını Almanya’ya bağlayan Milletler hesabına irtikâp edilmiş aptalca bir cinayetti.
Ben bunun acısını Varşova’da patlayan bombaların altında yaşadım. Ondan sonra da yangına düşen derbeder misali, davaya çıkar bir yol bulmak havli ile saldırmadık taraf bırakmadım..
Müttefikler, Bilhassa Finlandiya’ya karşı girişilen saldırı üzerine, Alman Rus anlaşmasının ciddi bir işbirliğine dönüşerek Yakındoğu’ya kayacağı telaşına düştüler. Bu işe en kudretli kumandanlarını seferber ederek buralara ihtiyati kuvvetler yığmaya başladılar. General Weygand’ın Suriye’ye geldiğini haber alınca derhal Beyrut’a hareket ettim. General, Rusya mevzuunu ve bilhassa Kafkasya problemini en iyi kavrayan bir şahsiyetti. Arzum, bu hazırlıkta işi Gürcülerin oyununa kaptırmadan bizim konulara önem verdirmekti. Generali Beyrut’taki karargâhta gördüm. Odasına girince karşısına asılan büyük Kafkasya haritası alâkamı çekti. Görüşmeye başlayınca harita üzerinde izahatte bulunmama müsaadelerini istedim. Ben kalkınca o da ellerini arkasına bağlayarak harita başında ayakta izahatimi dinledi. Sonunda da parmaklarıyla bir iki saymak suretiyle, söylediklerimi tekrarlardı. Bunun üzerine “Generalim bir husus daha var” dediğim zaman, “Merak etme bu hususu İngilizlerle de görüşeceğiz”, şeklinde düşündüğümü dile getirmesi beni cidden hayran bıraktı.
Buna rağmen, generalde bir durgunluk hissediyordum. Gitmek üzere ayağa kalktığım zaman bana “ben bir haftalık seyahate çıkacağım. Beyrut’a avdetimi bekleyebilir misiniz?” sualini sordu. Buna verdiğim müsbet cevap üzerine “öyleyse gelince tekrar görüşürüz” demesi beni daha fazla tatmin etti.
Haftayı boş geçirmemek için tekliflerimi daha ayrıntılı ve müeyyideli bir rapor şekline sokmayı uygun buldum. O sıralarda Suriye’de ve Ürdün’de eğitim görmüş Çerkez alayları vardı. Bunlar birleştirilmek suretiyle, bilhassa bizim için hayati ehemmiyeti haiz temel bir kuvvet kurulabilirdi. Bunları görüşmek, raporu da Fransızcaya tercüme etmek üzere, o sıralarda Şam’da bizim Cemiyetin Başkanı Sayın Emin Semgug’a gelmesini telledim. Birlikte hazırlıklarımızı bitirmiş beklerken karargâhtan haber geldi. Beraberimde Semgug’u alarak gittim. Generalin oldukça uzun boylu sayılan bir yaveri vardı. Bizi alâkayla karşıladı. Arkadaşımı takdim ettim. Ona oturması için yer gösterdi. Beni generalin odasına götürürken eğildi ve kulağıma aynen şunları fısıldadı: “General sizin mevzuu Mareşal Çakmak’a açtı. Haberiniz olsun. Sayın Mareşal’ın durumu sizi te’yid edici oldu.”
Yaverin bana yaptığı bu açıklamadaki muammayı ben bir türlü kavrayamadım. Buna rağmen bu açıklamadan ma’nen kuvvetlendiğimi hissettim. General ile görüşmem kısa sürdü. Temas edilen konular üzerindeki görüşlerini teferruatlı olarak General Gamlen’e yazdığını, Paris’e gidip kendisiyle görüşmenin çok faydalı olacağını söyledi. Bunun üzerine; Paris’e gitmeye hazır olduğumu ancak, bu vaveylada generali nasıl bulacağımı bilemediğimi söylemem üzerine gülümsedi ve “onlar sizi bulurlar” dedi. Umumiyetle Paris’te hangi otelde kaldığımı sordu. Onu da takdim ettiğim raporun kenarına kaydetti.
Hakikaten, otele ziyaretime bir Fransız albayı geldi. Kafkasya’da bulunan ve konularımızdan haberli olan bu albay genç değildi. Konuşmasından, Beyrut’tan geldiği anlaşılıyordu. Bana, Kafkas heyetleriyle görüştüğünü de söyledi. General tarafından gönderilen rapor üzerine mevzuu tetkik eden Genelkurmay’m, Yakındoğu ile resmen alakadar bu hususun halli ve fasl-ı salâhiyeti General Weygand’a verildiği için tekrar Beyrut’a döneceğimizi, bu ara bizi yemeğe davet etmek istediğini söyledi. Bu davette, Ermeni Heyeti Başkanı Bay Hatisyan, Gürcü eski hariciye Vekili Bay Gegeçkori, Azerbeycan Heyeti Reis Vekili Mir Yakup, Kuzey Kafkasya’yı temsilen de ben bulundum. Konuşmalar genel olarak Ruslar’ın Yakındoğuya saldırması mevzuu üzerinde dönüyordu.
Hakikaten o sıralarda, Stalin’i temsilen Molotov Berlin’e gelmiş, Almanlarla birlikte savaşa girmeye Rusya’nın hazır olduğunu Führer’e bildirmiş, karşılık olarak da Balkanın bir kısmıyla Boğazların kendilerine bırakılmasnı istemiştir. Buna karşılık, Kızıl Orduların İran’dan güneye akacaklarını, Arabistan ve Hindistan’da İngiliz hakimiyetine son vereceklerini taahhüd etmiştir. Hitler bu taahhütü hoş karşılamış, fakat Rusların Akdeniz’e çıkmalarından çekinmiş olacak ki, müttefikleri Mussolini ve Franco’nun görüşlerini almak üzere toplantıyı ertelemiş. Ertesi gün de isteğin bu kısmına karşı itirazda bulunmuştur. Bu tarihi bir olaydı, ancak sıcağı sıcağına bu olaydan müttefiklerin haberdar olup olmadıklarını bilemezdim. Almanya’nın askeri otoriteleri, Polonya’ya yapılan saldırıya nasıl karşı idiseler, Rusların bu teklifinin reddine de bir o kadar muhalefette bulundular. Onlara göre Almanya’yı düştüğü bu girdaptan ancak Rusya’nın savaşa girmesi kurtarabilirdi. Gerek İngiltere, gerek Fransa, Asya ile Afrika’yı elden kaçırmamak için Almanya ile anlaşmaya gideceklerine inanıyorlardı. Nitekim onları Hitler’e karşı suikaste sevk eden âmil de buydu..
Yine Paris’te bulunduğum bir sırada Mir Yakup ile birlikte Londra’ya davet edildik. İngiliz Yakın-Doğu kuvvetleri kumandanı General Wawell’in siyasi kısım şefi, adım unuttuğum bir albayla görüşmemiz isteniyordu. Albay umumiyetle yapılması muhtemel harekât üzerinde durdu. Bu arada hakikaten alâka çekici bir soru da sordu. Kafkas petrol mıntıkaları bombalanır ise, bunun halk üzerinde bırakacağı tepkiyi öğrenmek istiyordu. Londra’da yaptığımız bu müzakereler sırasında Almanların Fransa’ya karşı girişilen ikinci hamlesi başladı. İngiltere’de sıkışıp kalmamak için Paris’e gidecek son uçakta bize yer ayırdılar. Alman uçaklarına hedef olmamak için denizi yalaya yalaya geçtik. Paris’e geldiğimiz zaman şehir bomboştu. İstanbul’a dönmek için de; Marsilya’dan Tahran’a, oradan da Türkiye’ye gitmek zorunda kaldık. Yapılan bütün tasavvurat da, Fransa’nın bu çöküşü ile çökmüş oldu.
Bundan bir yıl sonra Alman-Rus savaşı başladı. Bu kerre de, Alman hariciyesi bizi Berlin’e davet etti. Berlin’e geldiğim zaman, Taşnaklar dahil Kafkasyalı bütün teşekküllerin temsilcilerini gelmiş buldum. Bizlerden Haydar Bey, Alihan ve Ahmet Nebi vardı. Haydar Bammat benim gibi Dışişleri Bakanlığı’nın davetlisi olarak bulunuyordu. Alihan ile Ahmet Nebi ise uzun bir süre orada barındıklarına göre, ya ordunun veya S.S.’lerin emrinde çalışıyorlardı. Esir kamplarına gidip geldikleri muhakkaktı. Şahsen kendileriyle olan dostluğa rağmen gelişimden her üçünün fena halde sıkıldıkları muhakkaktı.
O sıralarda Rusya’da uygulanacak politika mevzuunda Berlin’de garip bir bunalım hakimdi. Dışişleri Bakanlığı, Graf Schulenburg’un ilhamıyla yukarıda işaret ettiğimiz “köylüye toprak, halk’a hürriyet, milletlere istiklâl” verilmesini istiyordu. Ordu ve S.S.’de bu büyücü formüllere taraftar idi. Os-Ministir Rosenberg buna karşı geliyordu. Katı kafalı bu Baltık’lı Alman; Norveç’te, Belçika’da, Fransa’da, İtalya’da, Balkanlar’da, Adalar’da ve Kuzey Afrika’da yapılan savaşlardan habersizmiş gibi, Rusya’da komünizmin temizlenmesi, ondan sonra ona göre tertip alınmasını müdafaa ediyordu. Rosenberg’e göre; madem ki Çarizm muayyen bir kadro ile orasını asırlarca idare etmiş, Lenin’in daha basit bir güruh ile kurduğu rejim halâ ayakta durmaktadır, o halde; “Rusya’da kalan Almanlarla biz o ülkeyi neden idare etmeyelim” demek istiyordu. Kati kararı Führer’in vermesi lazım. O da cephede savaşla meşgul olduğuna göre, avdetine değin herkesin buyruğu nisbetinde hazırlık yapması, anlaşılan nizam icabı idi. Ordu, ben orada iken Alman zabitleri emrinde esirlerden “Lejyon”lar kuruyordu. SS’lerin etrafını daha fazla Gürcüler sarmıştı. Bunlara birkaç Azeri de katılmış, Paris-Berlin-Varşova arasında mekik dokuyorlardı. Yapılan esas işi anlayamadım ama, arada “Contrebande”lığın dehşet verici şekilde yapılmakta olduğu da bir gerçekti. Bu arada; Dışişleri de, davet ettiklerinden, tekliflerini rapor halinde yazmalarım istiyordu. Buna uyarak görüşlerimi ben de ayrı iki yazı halinde takdim ettim. Yazılardan biri politik idi. Kuzeyden gelen Almanlar için, Kafkasya’nın bir tatbikat meşheri olacağını; orada, Rusların işkencesi altında yaşayan halkın hesabına tahakkuk ettirilecek idari sistemin Yakın-Doğu’da bırakacağı tesirin derin olacağını izaha çalıştım. Orada yaşayan kadim varlıkların binlerce yıldır üzerinde barındıkları sahaların herkesçe bilindiği, yarısı Müslüman yarısı Hıristiyan olmasına rağmen müşterek gelenek ve göreneklere bağlı olduklarını, bunun için hakka ve adalete dayanmak şartıyle bu dört varlığı konfederatif bir sisteme bağlamanın çok kolay olacağını anlattım. Aynı zamanda bunun, İsrail Devleti kurmak hevesiyle Arapları parçalamakla meşgul İngilizlere karşı yapılmış ibret-âmiz bir karşılık olacağını belirttim.
İkinci yazıyı, baştan başa millî mevzua hasrettim. Kafkasya’nın en eski sakinleri olduğumuzu, tarih boyu devam edegelen tazyiklerin neticesi dağlara itildiğimizi, verimli Kuban ve Terek ovalarında yaşayan halkımızın büyük bir yekûnunu Rusların kasten dışarılara tehcir ettiklerini, bunun neticesi Kafkasya’da yaşayan varlığımıza yakın bir yekünün Türkiye ile Arap ülkelerine dağıtıldıklarını ve buralarda faydalı ve faal bir unsur olmalarına rağmen, bu muhaceretin mutlak çoğunluğunun anavatana dönme azminde olduklarını belirtmeye çalıştım. Administratif bakımdan Kafkas Konfederasyonu’na bağlı kalacağımızı, fakat ayrı ayrı birer medeniyet hazinesi olan dağlarımızdaki zenginliklerden faydalanabilmemiz için, halaskar Almanya’nın yüksek olan teknik kudretiyle işbirliğine hazır olduğumuzu ihsas ettiğim gibi, memleketi kurtarmak için yapılacak savaşlara bütün imkanlarımızla katılmaya amade olduğumuzu açıklamaktan çekinmedim. Üstelik samimiyetimizi tevsik için yapılması gereken bazı hususata da işarette bulundum.
Karşımda yegâne rakip o zaman Haydar Bammat olduğuna göre, raporları yazarken bütün dikkatimi seferber ettim. Takdimi sırasında da Haydar Bey’in yazdıklarını göremedim. Kendileri ile tenakuza düşmemeyi temenni ediyorum, şeklindeki ihtirazım üzerine Graf Schulenburg’un telefona sarılması, akabinde muavininin raporu getirmesi tuhafıma gitti.
Yazı Fransızca idi. Müsveddeye alınmadan acele yazıldığı intibaını veriyordu. Haydar Bey, Gürcü Sosyalist hükümetin yaptığı hatalara dokunduktan sonra Kafkasya’ın federal bir esasta birleştirilmesini ve kuvvetli bir şahsın idaresine verilmesini teklif ediyordu, fakat bir namzet vermiyordu. Bu yazı bende ciddi bir intiba bırakmadı. Alman hariciyesi dahil her şeyi hafife alıyor gibiydi. Haydar için kimse akılsızdır diyemez. İyi bir hatip olduğu kadar güzel de yazı yazar. İçkiye de düşkün olmadığına göre, böyle bir gaf neden oldu? Nitekim bu yazı daha sonra Haydar’ın başına gaile açtı. Berlin’i terk edip gitmesine neden oldu. Kuzey Kafkasya’yı temsilen Alman Hariciyesince davet edilmiş tek muhatap ben kalıyordum. Yükleneceğimiz görev savaşmaya ilave bir de ülkeyi idare mesuliyyeti olacağına göre, yardımcı geniş bir kadroya ihtiyacım vardı. Durumu Graf Schulenburg’a açıkladım, “işgalimiz altındaki mıntıkalarda iseler adreslerini verin derhal getirtelim” dedi. Şüphesiz onları getirmek ve konaklatmak hariciyenin hesabına yapılıyordu. Polonya’dan, başta Baytuğan olmak üzere hazırlıklı gençleri; Paris’ten Sultan Kılıç Girey, General Biçerah ve Namitok’u, İtalya’dan da General Ulagay ile Kulattı’yı istedim. Peyderpey bunlar geledursun, ben esir kamplanndaki vatandaşların durumunu tetkik ve nihayet işbirliği yapacağımız askeri mahafil ile temasa girmeyi istedim.
Alman orduları Kafkaslara doğru harekâta başlamıştı. Ordunun doğu cephesi istihbarat şefiyle görüşmekliğim kararlaştırıldı. Bir subayın muhafazasındaydım. Ben de ne olur ne olmaz, pişkin bir asker olan general Biçerah’ı yanıma aldım. İkindiye doğru Varşova’ya gelmiştik. Bizi, bilinmiş bir otel olan Bristol’de misafir ettiler. Geceyi otelde geçirdik. Sabah kahvaltıda; şefin, saat on’da otele geleceği bildirildi. Anlaşılan o da uzaklardan geliyordu. Bu kere de karşıma orta yaşlı bir Alman albayı çıktı. Bizle doğrudan doğruya Rusça konuşmaya başladı ve beni daha görüşmenin başında beklenmedik bir soruyla karşı karşıya bıraktı: “Bize gelmeden önce Paris’e ve Londra’ya gittiğiniz söyleniyor doğru mudur?” dedi.
Anladım ki, Ahmet Nebi ile Alihan Alman askeri istihbaratını aleyhimde adam akıllı doldurmuşlar. Bu bakımdan soruyu aynı açıklıkla cevaplandırmayı uygun buldum: “Sayın Albay! Bizde bir atasözü var: “Düşmanın dostu düşmandır” derler. Bu kürede bizim tek düşmanımız Rus’tur. Siz Ruslarla flört edince, biz dost aramaya oralara gittik. Ve nitekim Ruslara savaş açtığınızı duyunca birlikte savaşmak için koşa koşa Berlin’e geldik” dedim.
Onun benden bu kadar açık bir karşılık beklemediği muhakkaktı. Bunun üzerine fırsatı kaçırmadan hassas bir suâl daha sordu: “Yaptığınız gezilerdeki intibâa göre İngilizler hakkımızda ne düşünüyorlar?” Buna karşı da şunu söyledim: “Sayın Albay! Japonların Çin’e saldırmaları, Rusları ne kadar sevindirdi ise, Almanların Ruslara savaş açması da İngilizleri o derece hoşnut kıldığı muhakkaktır.” Artık sırası gelmişti, açık seçik içimi dökmek ve tenkitte bulunmakta mahzur kalmamıştı. Tekrar; “Sayın Albay”, dedim. “Almanya ve Japonya gibi iki muharip kudretin ordularını yıpratmak için Rusya ile Çin’den daha korkunç ve daha dipsiz bataklık olmazdı. Siz, birlikte tedbirli ve programlı hareket edeceğinize, ayrı ayrı ve başı boş saldırmayı tercih ettiniz. Çin ne âlemde bilmem. Fakat Rus ampirinde çoğunluk Rus değildir. Aksine Rusluğa düşmandır. Bunlar sizin en tabii silah arkadaşlarınızdır. Savaşa girmeden önce bunları hazırlamak gerekirdi. Bunu teptiniz. Şimdi elinizin altında bulundukları halde yine ihmalde ısrar ediyorsunuz, bunun acep sırrı nedir? bir türlü anlamıyorum” dediğim zaman “Peki ne istiyorsunuz?” sualini tevcih etti.
“Birlikte savaşmak ve varlığımızı sizle dostane bir esasta kurmak için silah istiyoruz, destek istiyoruz” dedim. Bu kerre; “vereceğimiz silahların aleyhimizde kullanılmayacağının teminatı nedir?” mealinde tekrar bir itimatsızlık nişanesi ortaya koyunca, kendimi tutamadım: “Sayın Albay, biz gece ve gündüz Ulu Tanrı’ya, Almanlar ile Rusların arasındaki adaveti artır diye dua ediyoruz. Çünkü ölü halde de olsa üzerimize yığılacak Koca Rus cüssesinin bizi ezmeye kâfi geleceğini biliyoruz.”
Maalesef, albayla görüşmemiz hep bu minval üzere devam etti. Tahakkukunu temin için Varşova’ya kadar geldiğim hususlara sayın albay, iki saat süren bu sorgu sırasında bir türlü yanaşmak istemedi. Giderayak kendisinden ricada bulundum. “Varşova’da hemşerilerim var. Buraya kadar gelmişken onları görmek isterim”, dedim. Konuşmaya, refakat memurumuz müdahale etti: “Yemekten sonra derhal gitmeye mecburuz” dedi. Buna sıkıldım. “Buraya kadar gelmişken arkadaşları görmeden gidersem, yüzlerine bir daha bakamam. Ben gitmemekte direneceğim. Zora baş vurulursa ona diyeceğim yok….” Bunun üzerine albay, bize refakat eden subay’a Almanca bir şeyler söyledikten sonra bana döndü ve: “Madem ki arkadaşlarınızı görmek istiyorsunuz, kalabilirsiniz” dedi. Cidden buna sevindim ve odanın kapısına kadar kendisini uğurladım. Ondan sonra başbaşa kaldığım General Biçerah’tan intibâlarını sordum.
“Mihmandarımızın gitmemiz hususundaki müdahalesine kadar intibâım menfî idi. Almanca bilmiyoruz diye albayın sarfettiği cümleler münakaşanın müsbet neticelendiğini gösterdi. Başka türlü; ‘bu, mert bir tip. Bırak arkadaşlarıyla görüşsün yarın gidersiniz’ demezdi”.
Her ne ise, istediğimiz hiçbir hususu tesbit etmeden gerisin geriye dönüyorduk. Berlin’e geldiğimizde arkadaşları hep ayakta bulduk. Führer, Rosenberg ile Graf Schulenburg’u karargâha çağırmış. Demek dananın kuyruğu kopacaktı. Herkes Schulenburg’un kazanacağı ümidinde idi. Çünkü, ordu ve SS’ler dışişlerinin görüşünü destekliyorlardı. Makulü de oydu. Nedendir bilmem, işler tersine gitti. Führer, yalnız Rosenberg’i dinlemiş, teklifi uygulamış. Ona göre hareket edilmesini emretmiş. Schulenburg da kapalı dosyası koltuğunda, gerisin geri dönmüş…
Garip bir tecelli… Son sıralarda Führer’in, politik konularda olduğu kadar askeri mevzularda da aldığı hatalı kararlarda ısrar etmesi hiç de normal değildi. Demek sarf edilen bütün emeklere rağmen, bu kerre de Almanya’nın mağlup olması mukadderdi. Düşüne düşüne Graf”a gittim. Keyfi hiç de iyi değildi, “sizi SS’lerle temasa sokacağım. Sizleri incitmeyeceklerinden eminim” dedi.
Bu arada Himmler’in yardımcısına telefon etti. Tespit edilen saatte beni otelden aldılar. Berlin’in dolaylarında güzel bir villaya götürdüler. Temsil ettiği teşekkülün zıttına, zarif bir zat beni karşıladı. Orduların Kafkaslar’da ilerlediğini, gerisinin teminata alınması için yardımımıza ihtiyaç duyduklarını, bir an evvel harekete geçmenin gerekli olduğunu söyledi ve bana işlerimizle resmen alâkalanacak olan bir SS yüzbaşısı takdim etti. Daha önce, dolayısıyla kendilerini nazist gösteren bazı serseri Gürcülerle düşüp kalkan, bu zabiti görmüştüm. SS’liği dünyanın en şerefli payesi sanan bu mahlûkun güdümüne düşmek bir felâketti. Arkadaşları yokladım, memleketi görmek bahasına her şeye razı idiler. Anlaşılan benden habersiz temasa bile girmişler.
Rüzgârlar gönül alıcı esseydi; arzum süratle Türkiye’ye dönmek, buradan da bir iki kafile subay ve idareci toplamaktı. O sıralarda solculuk böyle yayılmamış, ihtiyarında olduğu kadar gencinde de millî şuur yüksek, vatan hasreti derindi. Şimdi bu yeni şerait altında, bu gibi hiç bir şey yapılamazdı. En doğru yol, geldiğim gibi gerisin geri gitmekti. Davama gösterdikleri alâka ve bana yaptıkları yardımdan dolayı Kudüs Müftüsü Emin El-Hüseyni’ye ve Graf Schulenburg’a teşekkür ettim. Ertesi gün de; sabah gara giderek SS’lere has üniformalara bürünmüş olan arkadaşları hazin hazin uğurladıktan sonra, Orient Express ile ben de me’yüs ve perişan İstanbul’un yolunu tuttum. Garip bir tesadüf, Amiral Donetz ile bitişik kompartmanda gidiyorduk. Yol boyu yedik içtik. Yugoslavya’ya kadar arkadaşlık ettik. O, Akdeniz’deki denizaltı filosunu teftişe gidiyordu. Muhakkak ki keyifli değildi. Fakat az bir zaman sonra Hitler’e halef olarak, savaşın o ağır yükünü sırtına yükleyeceklerinden hiç şüphe yok ki bihaberdi.
Peki anladık, Münih anlaşmasını takiben irtikâp ettiği hatalar neticesi, deli Hitler savaşı kayıp etti. O halde zaferi kazanan mefluç Rozvelt’in bundan sonra yaptıklarına ne diyelim? Yeni-Dünya’ca, Washington’dan beri müdafaa edilen “milletlere hürriyet, ticarete de serbesti” prensiplerini “Atlantik Beyannâmesi” adıyla devletler arası bir ahid-nâme şekline soktuktan ve bu metne İngilizlere başta, Ruslara da dipte imzalattırdıktan sonra her neden ise Rozvvelt, Yahudilerin ayartmalarına kapılarak, dünyayı Kremlin ile müşterek idare etmek hülyasıylı, Doğu Avrupa’yı baştanbaşa Ruslara kaptırdı. Bu da yetmiyormuş gibi, halef Truman son dakikalarda Japon mühimmat depolarını Bolşeviklere yağma ettirmek suretiyle, Mao-Tse-Tung’un silahlandırılmasını temin ettirdi. Bu sayede Çin baştan başa kızıllaştırılmış oldu. Sorarım bütün bunlar hamakat değil de nedir?
Bir aralık, yapılan hatalar sonucu sürüklenmekte oldukları girdabın dehşetini onlar da görür hale geldiler. Sağda solda müttefik cepheler kurmaya başladılar. Eğer Asya kıtasına tasahubda Rus emperyalizmi ile Çin emperyalizmi birbirine karşı cephe almasaydılar, kimbilir belki Castro yeni dünyaya sahip çıkardı.
Bundan sonra Amerika hesabına, Münih’te Sovyetler Birliği’ne karşı yönelen “Azadlık Radyosu” kuruldu. Amerika Cumhurbaşkanı Eisenhower, Rus mahkûmu milletlerin istiklâl haftasını kutlayan kanunu onaylaya dursun, Amerika hariciyesi bu azadlığı ilân için dörtyüz Rus bilginini radyoda tavzif ediyor, üste de onlarla anlaşmak ve bu anlaşma çerçevesinde iş birliği yapmak üzere bizleri oraya davet ediyordu.
“Bakalım ne olacak” diye bu davete biz de gittik. Karşımızda; başta 1917 İnkılâbının son hükümet başkanı Krensky olmak üzere, muhaceretin Rus siyasî şahsiyetleri toplanmıştı. Amerikalıları savsaklamak için bunların ortaya attığı iddia garipti. “Evvelâ elbirliği Komünizmi temizleyelim, sonra ayrılıkları aramızda hal ederiz” diyorlardı. Kurmuş olduğu hükümette yer alan Gürcülerle Ermenileri böyle bir tez vaktiyle tatmin ettiği için, yıllar sonrası da olsa, karşısındaki millî tesanüdü sarsmak kasdiyle aynı oyunu politik bir taktik olarak kullanmayı halâ hüner sayıyordu. Halbuki, otuz yıl önce onun yenilmesine ve kadın elbiselerine bürünüp Rusya’dan kaçmasına bu kararsız ta’biye amil olmuştu.
Gerek 1905’te Japon, gerekse 1917’de Alman savaşları neticelerinde Çarizm rejimine karşı patlayan hoşnutsuzluğun ikisi de iki muharrik âmile dayanıyordu. Bunlardan biri Rus çiftçisinin toprak isteği, ikincisi de mahkûm milletlerin idari özgürlük talebidir. Son inkılâbın son başbakanı Krensky, bu iki hayati dileğin ne önemini ne de şümulünü kavrayamadı. Bunun için bu gibi konuların hallini, toplanması düşünülen kurultaya erteledi. Bunu fırsat sayan Lenin, yukarıda işaret ettiğimiz gibi “çiftçiye toprak, halka hürriyet, mahkûm milletlere istiklâl” şiarını öne sürerek ortalığı kana ve dumana boğdu. Bay Krensky bu felaketi hem görmüş hem de yaşamıştır. Bu bakımdan otuz küsur yıl sonra aynı şeyi tekrar etmesi bir hata ise, Amerika hariciyesinin onu desteklemesi muhakkak ki hata üstüne hatadır.
Benim en çok tuhafıma giden husus; sayın Krensky’in, Amerika’ya dönüşünde Rusça neşredilen bir muhaceret gazetesine yazdığı uzun yazıdır. Durup dururken bana bir Türk Generali payesi izafe ederek, nerede ise bu anlaşmazlığın baş âmili olarak göstermeye kalkışması oldu. Bilmem ki bu da Amerikanvâri yeni bir “provocation” metodu mu idi? Her ne ise bütün bunları sana yazmamın sebebi, elimize geçen iki büyük fırsatı değerlendirememenin acısıdır. Şimdi dünya üçüncü bir savaşa gidiyor. Buna karşı durumumuza gelince büsbütün berbat. Ne bir teşkilâtımız, ne de bir sahip çıkanımız var. Seksenden sonra beni perişan kılan işte bu durumdur.
1938’de tekrar Varşova’ya döndüğümde, savaş kokusu duyulmaya başlamıştı. O zaman yedi sekiz yılı yok yere heder ettiğime derinden derine acımıştım. Münih’te şahit olduğum maskaralıkların peşi sıra Arabistan’a gidip on beş yıl i’tikâfa çekildim. Avdetimde, bu kerre de arkadaşlardan takriben kimseyi bulamadım. Bu bana çok daha ağır geldi. Karşılaştığım gençlere gelince; ne onların beni, ne de benim onları anlar tarafımız yok.
Cemal’in devrinde Kahire’de Asya-Afrika Konferansını te’yid edici bir toplantı yapılmıştı. Bandung’da iken bana ikinci toplantıda davamızı destekleyeceğine söz vermişti. Onun için gittim. Desteklemek şöyle dursun, toplantı salonuna bile yanaştırmadılar. Bu vesile ile vaktiyle kurduğumuz “Çerkez Kardaşlar Derneği”ne gittim. Çok garip, derneği baştan başa kızıllaşmış buldum. Biraz sonra da kapatıldı. Suriye’dekinde de aynı akîbet oldu. Kala kala bir Amman kaldı. Onun da rengi erguvânidir.
Burada Pşimaho, Teymûr ve Kadircan’la elbirliği kurduğumuz “Kuzey-Kafkas Derneği” ile rekabet iddiasında otuz küsur dernek var. Bunlardan bir çoğunun kızardığı muhakkak. Akibet ne olacak orasını bilmem. Yalnız anladığım bir şey varsa buradaki solculuğun fikrî değil hissî oluşudur. “Türk askerini geriden vur! Rus saltanatına selam dur!” gibi korkunç sapıklıklar oluyor. Bu bedbahtlar, Kremlindekilerin Çarları gölgede bırakacak kadar Rusçu birer emperyalist olduklarının farkında değil. Bu bakımdan sizden ve sizin gibi yazmasını bilen arkadaşlarınızdan Kuzey Kafkas Mecmuası’na kıssadan hisse verecek yazılar yazmanızı niyaz ederim.
Derginin muhteva bakımından ilgi çekici bir seviyeye yükselmesi devamına âmil olacaktır. Hiç olmazsa Azerbaycan dergisiyle atbaşı gitmeye mecburuz. Siz yazıcıları faaliyete soktuğumuz nisbetde, Rasih Bey arkadaşımız da çarşıyı fedakârlığa iteceğine eminim. Bu suretle hiç olmazsa sapıklıklara karşı fikren cephe alınmış ve Türklüğe karşı telkin edilmekte olan sun’i nefret izale edilmiş olacaktır.
Biz istesek de istemesek de, inanç bakımından olduğu kadar etnik bakımdan da Turani topluluklarla haşrüneşr olmuş durumdayız. Camilerimizi kilise, Gürcü ve Ermeni kiliselerini artık cami yapma ihtimali olmadığına göre, millî davamızda Türk Cumhuriyeti’nin maddi ve manevi desteğini kazanmaya mecburuz. O Cumhuriyet ki, kanımız kanıyla karışmış, harîminde de dört milyon varlığımız barınmaktadır. Bu bedbahtların derdi “Adige”lik ise, Kafkasya’da kökünü kurutan Ruslara âlet olup burada da kendimizi harcamanın ma’naşı var mı? İşler ıslah edilmez bir hal almadan önce bu bedbahtları uyarmaya mecburuz.
Başka türlü; üçüncü dünya savaşına hazırlıksız ve desteksiz girmiş olacağız ki, bu bizim için resmen intihar demektir. Çünkü üçüncü dünya savaşını Rusya kazanamadığı takdirde parçalanması mukadderdir. O halde karşımıza altmış milyonluk haris bir Ukrayna dikilecek demektir. Bu topluluğun inkişaf sahası doğrudan doğruya güneye yönelmiş olacağına göre, Kuban baştan başa tehlikededir.
Rusya’nın parçalanması halinde Türkiye, ister istemez müdafaayı bırakıp müdahaleye mecbur kalacaktır. Başka da ne Kırım kurtarılabilir, ne de İdil-Ural’a yardım ulaşır. Hele kurulması gereken büyük Türkistan ile resmen temasa geçmek imkânsız olacaktır. Bu gibi ihtimaller muvacehesinde genelkurmayın ne düşüneceğini bilmem. Kuban mevzuunda efkârı umûmiyeyi hazırlamak herkesten fazla bize düşer. Bunu böyle bilmek ve ona göre tedbir almaya başlamak lâzımdır.
Şimdi mektub’da temas ettiğiniz hususa tekrar dönelim: “Kuzey Kafkasya Davası’nı beynelmilel toplantılarda başarı ile temsil edecek bilgili, iyi lisan bilir ve diplomatik tartışamalara yatkın bir elemana sahip olmayışımız en büyük noksanımızdır”. Hakkınız var. İşin garibi, bu evsafı haiz ve da’vaya vakıf şahsiyetler bulunduğu halde, biz bunları harekete geçirmeyi beceremiyoruz. Yirmi yıl önce ben Medine’ye giderken ortalık böyle bomboş değildi. Yukarıda belirttiğim gibi bu boşluğu avdetimin ilk adımında hissettim. Derhâl telâfisine çare aradım. Fakat el uzattıklarım kaçıyordu. Gönlüme uygun ilk hoş yazıyı sizden aldım, dersem inanın. Sebep ümitsizlik ve alâkasızlıktır. Mali imkânlarımız olduğu zaman kadro geniş tutulup pekleştirilseydi, belki bağlantılar bu süratle yok olmazdı. Şimdi bizim için ikinci bir Mareşal Pilsudski devri doğmayacağına göre, kendimizi seferber etmeye mecburuz. Maziyle alâkaların kopması her tarafta tuhaf telâkkiler yarattı. Meselâ eski Azeri rical göç ettikçe yerini bu kerre Kars’ta yerleşmiş Azeriler almakta ve bu suretle Osmanlı-Rus savaşlarının hamasî destanları Azerbaycan-Türk münasebetine harç olarak kullanılmaktadır. Aslı ne olduğu meçhul bir “Alropatya” Safevilerin nefesiyle, Osmanlı-Kafkas münasebâtını beş asır allak bullak ettikten sonra, şimdi sahnelerde Kars oyunu diye “Lezginka”ya sahip çıktıkları gibi Azerbaycan tarihinde Tür-Albanya adıyla eserler neşir etmektedirler. Yarın Hurartuların Dağıstanla alâkasını anlar anlamaz, Azerbaycan tarihinde Hurartu diye yapmayacakları kalmayacaktır. Bilmiyorum mirasımıza sahip olabilmemiz için, tarihimizle meşgul içimizde kimse çıkmayacak mı?
Unutmayınız ki, bin yıllık Şirvan Şahlar diyarı 1918’de ittihadçıların dalgınlığına getirilerek Azerbaycan oluverdi. İranilere mahkûm değil hakim olan Selçuk Türkmenlerinden kimsenin bahsettiği yok. Yarın Dağıstan da gürültüye giderse bunu Gürcüler çok ister. Kuzey Kafkasya diye ortada bir şey kalmaz. Bu ve buna benzer esbap dolayısıyla, neşriyat başda gelmektedir. Bizimkilerden Kafkas mevzuunu iyi işleyecek kalemler ortaya çıkarsa, bana öyle geliyor ki bundan Türkler de memnun kalacaklardır. Yeter ki yetkili bulalım ve onu meydana çıkaralım. Bence bu en hassas mevzudur. ikincisi sizin temas ettiğiniz husus: Milletler arası toplantılarda da’vâlarımızı başarı ile savunabilmemiz için; barındığımız sahayı, muhaceretin dağılımına göre bölgelere ayırmamız ve oralarda yaşayan münevverleri sahalarındaki icabata uygun yapılan toplantılara katılmaya teşvik etmemiz gerekir.
Meselâ, birinci ve ikinci dünya savaşı neticesi Amerika’ya göç eden birçok münevverimiz var. Buralara Suriye’den, Transjordan’dan ve Mısır’dan katılmış eski muhacirler de var. Bunların çoğu genç, dinç, faal elemandır. Aldığım haberlere göre birbirleriyle temastadırlar. Türkiye’de birçok toplantılar yapılmaktadır. Bilhassa iki yılda bir yapılan Türkoloji toplantılarının, mahkûm Türk varlıklarını alâkadar ettiği muhakkaktır. Bu toplantılarla Kırımlılar, İdil-Urallılar, Türkistanlılar ve en çok Azeriler meşgul olmaktadırlar. Bu arada Balkar, Karaçay ve Kumukları temsilen bizden de bazı bilginlerin iştiraki da’vamıza yabancı gözle bakmak isteyen mutaassibleri yumuşatacaktır.
Buna karşılık Yakın-Doğu’da kuvvetlenmeye başlayan bir islâmi hareket var. Buna karşı buradaki en müfrit Kemalistlerin bile veçhe değiştiklerini görüyoruz. Bizim Jordan’da, Suriye’de, hatta Mısır’dakiler buna niye katılmasınlar? Avrupa’dakilere gelince; o kanaatteyim ki, istediğiniz bütün evsafa sahip bu işe uygun namzed, merhum Haydar Bey’in büyük oğlu Necmeddin Bammat’tır. Elli beş yaşlarında, yüksek seviyede kültürlü, UNESCO’da otuz yıl yüksek mevki sahibi bu zat, muhakkak ki babasından da birçok şeye varis olmuş, davanın bütün inceliklerine nüfuz etmiş bir vatanperverdir. Pederiyle aramızda sert çekişmeler geçtiği için benden gelecek daveti sakıncalı karşılayabilir. Bu bakımdan kendisiyle Kafkasyalı genç vatanperverler namına temasa geçmenizi daha uygun bulurum. Millî Merkez mevzuunu başka bir yazıya bırakıyor. Seni de Allah’a emanet ediyorum.
Comments
No comment