Söyleşi: Resul Kudayev

Bir süredir Ürdün’de bulunuyor olsa da, olayların ardında olduğu iddia edilen Cemaat’in kadısıydı ve bu yaşanan trajedinin sorumlularından biri olarak kabul edilmesi için yeterli oldu.  Cemaat’in aslında bu ayaklanmada ne kadar rolü olduğunu sorgulamaksa, çoğumuzun aklından dahi geçmedi. Kiminin davasından dönmekle, kiminin de davasını sürdürmekle suçladığı, önemli bir kesimin kuşkuyla karşıladığı ve  çoğu okurumuzun belki de ilk defa adını duyduğu  Kudayev’le yolumuz, Kabardey-Balkar’dan Türkiye’ye doğru cereyan eden adı konulmamış hicreti araştırırken kesişti.

Göçmenlerin önemli bir kısmıyla ilişki içinde olan ve yerleşimleri konusunda yardımcı olan Kudayev’den beklentimiz göçmenlerle temasımızı sağlamasıydı.  Ancak bugün  hicretin öncülerinden biri olmanın ötesinde, sürecin başından beri önemli figürlerinden biriydi karşımızdaki.  Aslında olan biteni çok iyi takip ettiğimizi düşünen bizleri dahi  son derece şaşırtan bir hikayeydi karşımıza çıkan. Yalnızca bir insan hikayesi değil, bir toplumun kendi kendisiyle savaşır hale getirilişinin de hikayesiydi dinlediğimiz.

Kabardey-Balkar’da yaşanan toplumsal gerginlik artık bir tarafın büyücülük ve paganizm suçlamalarıyla dahi insan öldürme hakkını kendisinde bulduğu, bir tarafın direnişçilerin ailelerine varıncaya dek işkence yapma hakkını kendinde görebildiği bir düzeye ulaştı. Baskılar artık öyle bir düzeye ulaşmış durumda ki, Türkiye’ye yerleşen onlarca ailenin sayısının yüzü bulacağı tahmin ediliyor. Kuşkusuz kendisine yönelen her tepkiyi Kafkasya’da bir başka dinamikle çatıştırarak hegemonyasını koruyan Rusya’nın bu süreçte çok ciddi manipülasyonları var. Ancak bu toplumu kendi kendisiyle savaşır durumdan kurtaracak perspektif de yine bu toplumun içinden çıkacak.

90’lı yıllardan alarak bugüne dek taşıdığımız soysal ve siyasal pek çok dinamiği ele aldığımız ve üç bölümden oluşan söyleşimizin söz konusu perspektife dair çok önemsediğimiz ipuçlarını da  sunduğu düşüncesindeyiz.

I -Nalçık Ayaklanması, Neden ve Sonuçları Üzerine-

KF: 1990’lı yıllarda sadece Kafkasya’da değil bütün bir sovyet coğrafyasında halklar dinle bir yeniden tanışma sürecine girdi. Bu dönemde özellikle İslam’ı yeniden keşfetmek adına müslümanlar çok sayıda genci Arabistan, Mısır ve Suriye’de İslam üniversitelerine yolladılar. Siz de giden grupların ilki içinde yer aldınız. Bu dönemden ve kendi eğitim sürecinizden bahsedebilir misiniz?

SSCB döneminin kapanmasıyla insanlar doğal olarak kendi inanç ve geleneklerine yönelmeye başladı.  Bu dönemde halkın taleplerini, bastığı kitaplar, oyun ve çeşitli programlarla  karşılamaya çalışan tek kurum Khase’ydi. Ancak zamanla Khase’nin çalışmaları şekilsel kalmaya ve halkın taleplerini karşılamamaya başladı. Bu dönemde çeşitli ülkelere eğitim almaya gençler gönderildi. 1993’de giden 13 kişilik ilk grubun içinde ben de bulunuyordum.

O zamanlar halk bir Arap görse peygamber görmüş gibi sevinirdi. Özellikle Arabistan’a gidebilmek bizim için çok önemliydi. Mekke’yi Medine’yi görmek vardı işin ucunda. Eğitim ücretsizdi ve başlarda müftülük de gidişimizi destekliyordu. Rus anayasasına göre din müstakildir ama bizim müftülerimiz bir devlet kurumu gibi çalışırlar. Ancak gitmemize yakın bir zaman muhalefet etmeye başladılar. Ancak artık vize süreci başladığından, müftülerin bizi engelleme şansı da kalmamıştı. Gittikten sonra anladık tabii ki, neden vazgeçtiklerini. Aldığımız eğitimle kurdukları sistemi kabul etmemizin mümkün olmadığını biliyorlardı. Tatil ve ramazanlarda vatanımıza dönüyorduk, böyle zamanlarda kendilerine yerlerinde gözümüz olmadığını, bu yola siyaset değil ilim için çıktığımızı ifade ettik. Okullarımızı bırakıp dönmemizi, bizi kendilerinin gönderdiğini, kendi bünyelerinde iş bulabileceğimizi aldığımız eğitimin yeterli olduğunu söylüyorlardı. Onlarla çalışma konusunda bir sorunumuz yoktu ama tutarsızlıklar da canımızı sıkıyordu.

Bizim grupta yer alanlardan yalnızca 2 kişi mezun olabildi. İlk mezunların dönüşüyse 2000 yılındaydı. İlk mezunu Medine’ye giden grup verdi. Suriye’ye giden bir grup daha vardı, onlar da sonradan bitirerek döndüler.

KF: Dönüp geldiğinizde nasıl bir ortam bekliyordu sizi? Neler yaptınız?

Bazı arkadaşlarımız bir iki sene okuyup okulu bırakarak erken döndüler.  Zaten onların dönmeleriyle beraber aslında bir İslami cemaat oluşmaya başladı. 1994-1995’de arkadaşlarımız ilk İslami merkezi kurdular.  Merkezin kurulma amacı müslümanların dini meseleler ile ilgili ve doğru şekilde ibadet etmek amacıyla sordukları sorularını cevaplayabilmekti.

Başlarda hiç bir sorun yaşanmadı ve merkez çok hızlı şekilde büyümeye başladı. Merkezde görev alanların yaşları çok gençti. Bizim derdimiz o zaman için ilim, davet, terbiye, kültür ve tebliğdi. İslam ve kültür beraber ele alınıyordu. Araplar çalışmalara katılmak istediyse de küçük programlar ve iftar organizasyonları dışında pek ortak çalışma olmadı. Khase’nin zayıflamasıyla birlikte kültür ve sanat alanında dahi çeşitli çalışmalar yapmak bize düşmüştü. Bireysel çalışmalar yapan insanlar da vardı ama tebliğ yapan tek grup bizdik. Zamanla, yaşlıların sorunlarıyla dahi ilgilenen soysal bir organizasyona dönüştük. Bu çalışma anlayışımız sayesinde güvenlik güçleri bize baskı yapmaya başladığında Balkar ve Çerkes köylerinden yaşlılar eğer bunlar Vahhabi’yse biz de Vahhabi’yiz diyorlardı. Toplumla ilişkilerimizde tabi hiç problemimiz olmadı demek doğru değil. Gençlerin yanlış gördükleri uygulamalar karşısında aceleci ve fevri davranışları oluyordu ama cemaat, bir sorunla karşılaştığında başetmeyi biliyor ve sorunların büyümesine izin vermiyordu.

AULVolniy Aul Mahallesi’nde 1995 yılında Sinema Salonu’ndan çevrilerek hizmete açılan cami

KF: Cemaat’in çevresinde hangi toplumsal kesimlerden insanlar toplandı?  Çalışmalarınız bölgesel veya belli aileler etrafında mı gelişiyordu?

Cemaat merkezi Nalçık’taydı. Hareketimiz de kent karakterliydi. İlk oluşturulurken bu bir eğitim ve kültür merkezi olarak düşünülmüştü. Sonradan genişletildi.  2000’e kadar aslında Nalçık’ta camii denebilecek bir yapı yoktu. Eğitim ve kültür merkezi olarak düşünüldü. Daha sonra büyütüldü. Üç tane kilise bulunmaktaydı. Biz bu soruna müdahale ettik. İlk yaptığımız iş 20-30 kişinin oturabileceği  bir alanı temizlemek olmuştu. Sonra merkez gelişmeye başladı. Bir sene içinde merkeze gelen giden insan sayısı 1500’ü buldu. Pek çok ders açıldı, kızları da kapsayan eğitim programlarımız vardı. Gelenekle ilgili çalışmalarımız da vardı. Nalçık’ta her köyden küçük küçük cemaatler oluşmaya başladı. Hem sosyal hem kültürel hem ekonomik hem ticari yardımlaşma vardı. Bir yönetim oluşturmak gerekiyordu. Başlarda bir kaç arkadaşla yürüttüğümüz bu işi sonradan köylerden temsilcileri de alarak bir meclise çevirerek çözdük. Ayda bir toplantılarımız oluyordu. Kabardey ve Balkarlar’ın yanı sıra İnguşlar ve müslüman olmuş Ruslar da bulunuyordu.

O dönem  toplum çok ciddi bir yozlaşmanın pençesindeydi. Alkol, uyuşturucu, mafya grupları toplumu perişan etmişti. Cemaat biraz da bu yozlaşmanın karşısında durduğu için sürekli güçleniyordu. Khase de toplumun içinde bulunduğu durumu görüyor ve toplumu uyarıyordu ama toplumu bu beladan kurtaracak bir hareket olmaktan çok uzaktılar. Biz ise tam bu sorunların karşısına dikiliyorduk, hayatın içinde doğrudan müdahalelerimiz söz konusuydu.

Mafyaya karşı çok net bir duruşumuz vardı. 1995 ya da 1996’da bir  toplantı düzenledik. Musa ve bir kaç arkadaş çıkarak,  artık burada mafya kuralları geçmeyecek dedi, hiç kimse kimseden zorla para alınmayacak ve mafya türü uygulamalara izin vermeyeceğiz dedi. Bu çok önemli bir adımdı, çatışmalara yol açabilirdik ama bizim müdahalelerimizle onların etkinlikleri kısıtlandı ve giderek zayıflamaya başladılar. Bu bir çatışmayla da sonuçlanabilirdi ama öyle olmadı. Sözümüz yeterli oluyordu genellikle. Bu sürecin sonunda cemaat çevresinde örgütlü genç sayısının on bini bulduğunu doğrudan istihbarat çevreleri söylüyordu bize.

KF: Devlet kurumlarıyla ilişkileriniz nasıldı bu dönemde?

 Yerli elitlerde bize yönelik ön yargılar olsa da, başlarda hükümet kurumlarının çalışmalarımıza destek olduklarını söyleyebilirim. Özellikle eğitim alanında dayanışma gösteriyorduk. Daha Arabistan’a gitmeden önce henüz 1992’lerde anaokullarında din dersleri veriyorduk aslında. Biz bu yüksek eğitimleri alıp döndükten sonraysa üniversitelerde ders vermeye başladık. Gençlerin ilgisi yüksekti. Üniversitede ders aralarında 1000 kişiye varan sayılarda katılımla eğitim programlarımız oldu.

Zaman zaman bazı sorunları çözmek için devlet kurumlarının bizden destek istediği durumlar dahi söz konusu oluyordu aslında. Cemaat bir toplumsal hareket olduğu için neredeyse her devlet kurumunda insanlarımız vardı. Biz de gelişimimizi bu mevcut durumu koruyarak sürdürme düşüncesindeydik.

KF: Cemaatin kuruluş süreci ve felsefesiyle Hamas arasında paralellikler gözüküyor. Bu benzerlik bir tesadüf müdür?

Hamas’ın çok başarılı bir gelişim süreci var.  Kuşkusuz örnek aldığımız yönleri oldu. Fakat siyasallaşmak bizim yola çıkış sebeplerimiz arasında yoktu.  Tabii ki siyaseti reddetmiyorduk, o hayatın bir parçasıdır ve İslamiyet hayatın hiç bir alanını boş bırakmaz. Ancak biz koşulları, gücümüzü, durumumuzu gözardı eden bir anlayışla boyumuzdan büyük işlere kalkışmaya karşıydık. Bu bir dönüşüm süreci ve zamana yaymak gerekiyor.

KF: Peki bu sürecin sonunda ne bekliyordunuz?

Bizim için bu mesele başlarda  nasıl bir yaşam sürmek istediğimiz sorunuydu. Mesela Kafkasya’nın bağımsızlığını kendimize bir hedef olarak koymuyorduk. Dinde çok farklı arayışlarınız olabilir. Bir müslüman şeriat devletini kesinlikle reddedemez ancak biz bunu Cemaat’in hedefi olarak koymamıştık. Hedefimiz Kuran ve sünnete uygun bir hayat yaşayabilmekti. Tabii  herkes benimle aynı fikirde değildi. Bu meselelerde çok  tartışıyorduk. Ancak yapı olarak bizi eleştirenleri dahi bünyemizde tutan bir anlayış içindeydik.

KF: Fakat süreç böyle yürümedi. Cemaat bir siyasallaşma ve ardından bir silahlanma sürecine girdi.  Bu iki süreci birbirinden farklı ele alalım. Cemaat’in siyasallaşması nasıl gerçekleşti?

 Cemaat’in  siyasallaşması bizim merkezde aldığımız bir kararın akabinde gerçekleşmedi. Gücümüz giderek artıyordu ve 2002 seçimlerinde ilk defa Cemaat’in seçimde bir tavır göstermesi gerektiği yönünde telkinler almaya başladık. Bizim mevcut siyasi atmosferde seçimlerden bir beklentimiz yoktu. Kokov’un başkanlığının onaylanacağı göstermelik bir seçim olacağını düşünüyorduk ama beklemediğimiz bir şekilde farklı adaylar katıldı seçimlere.

Khase’deki milliyetçi arkadaşlarımız Moskova’dan gelen generali destekliyorlardı.  Seçimlerde yüzde 10 gibi bir desteğe ulaştılar. En büyük hataları direk konuşmuyor olmalarıydı. Belki Kokov’dan korktukları içindi ama açık konuşmamaları yüzünden varlık gösteremediler seçimde. Bir de ilginç bir şekilde seçimlerden önce genç bir grup bağımsız olarak Kokov’a karşı bir aday gösterilmesi için mücadele ediyordu. Bu grubun Khodorkovsky’den seçim kampanyası için maddi destek aldığı söyleniyordu. Kokov’a karşı bir aday göstermek için köy köy geziyorlardı ama destek bulamadılar. Bizimle de görüştüler. Kabardey ve Balkar gençlerden oluşan bir yapıydı. Bizim de seçime katılmamızı, kendilerine destek vermemizi önerdiler. Kazanmaları halinde cemaat için istersek bir merkez, istersek bir camii yapacaklarını, çalışmalarımıza bütçe sağlamayı vaatetmişlerdi. Bizse uzak durmayı tercih ettik.  O dönem Kokov’un hanımı Vieletta aleyhimizde açıklamalar yapmıştı. Aslında herkes seçimde bizim gösterebileceğimiz bir adaydan çekiniyordu.  Biz ise buna mesafeli durduk.

Beklenmedik gelişme yerel seçimlerde oldu. Parlemento’ya cemaat üyesi kimse girmedi ama çok sayıda  arkadaşlarımız belediye ve yerel  meclise seçildi. Halk içinde cemaat çevresinde olanlara yönelik bir sempati  ve beklenti vardı.  98’ den 2003’e dek, cemaat üyeleri yerel meclislerdeydi.  Cemaat’in kadısı olarak seçimlerde adaylığı teşvik edecek bir fetva vermemiştim. Bu yönde kurduğum cümle, “kendiniz için hayırlı görüyorsanız, aday olun” şeklindeydi. Neticede, Balkar köyü Hasanya’da 11 adaydan 9’u cemaatten seçildi. Başka Balkar köylerinden de 5 adaydan 3’ü bizim cemaattendi. Kabardey köylerinde de durum böyleydi. Seçime OMON birlikleri müdahele etmek istedi. Sandıkları alıp Pyatigorsk’a götürüyorlardı toplum da bunu protesto ediyor ve oylarına sahip çıkıyordu. Kokov Vahhabiler siyasete girdi diyor ve baskı kurmaya çalışıyordu. Oysa parlementoda hiç bir üyemiz yoktu. Süreç yerel seçimlerde kendiliğinden gelişmişti.

KF: Ve baskılar artmaya başlamış olmalı.

 Evet, ve bahaneleri de hazırdı. Çeçenya’ya savaşa gidip gelenler. Cemaat çevresinde Çeçenya’da savaşa katılan bireyler olmuştu. Güvenlik birimleri her zaman takip ediyordu bu bireyleri. Bizimle  bir bağ kurmak istiyorlardı ama ellerinde delil yoktu.

Bu dönemde, Musa Cemaat’in lideri, Anzor yardımcısıydı. Beni de kadı olarak seçmişlerdi. Bize sürekli arkamızda  başka birileri olduğunu söylüyorlardı. Bu şekilde bağlantılarımızı çözmeye çalışıyorlardı. Bazı arkadaşlarımız istihbaratçılara meydan okuyor: “Evet savaşa gittim, bir daha giderim, orada karşıma çıkarsan seni de öldürürüm” diyebiliyordu. Bunların dışında ellerinde zaten bir malzeme yoktu.

Üçümüzü de aldılar. Musa ve Anzor tutuklanıp yargılandılar.

İstihbarat ve yerel polisin uygulamaları farklı gelişiyordu. Yerel polis baskıya çok daha önce 98-99 yıllarında başlamıştı. Zamanın müftüsü Pşıhaçev Safig en ufak bir meseleyi dahi büyütüp baskı yapıyordu. Moskova’yı sürekli aleyhimize kışkırtıyordu.  Onların asıl sıkıntısı Cemaat’in büyümesiyle kendi düzenlerinin bozulacağı endişesiydi. O kadar açıktı ki, aralarındaki tutum farkı, zaman zaman öldürülmek üzere olan cemaat üyelerini istihbaratın verdiği “temiz” bilgisiyle bıraktıkları oluyordu.

djamaat2000 yılından sonra Kenje Mahallesi’nde hizmete sokulan Cami’den bir fotoğraf.
Fotoğrafta önde yer alan Timur Begidov’dan aylardır haber alınamıyor.

 

KF: İstihbarat’ın bu tutumunu neye bağlıyorsunuz?

Bu onların uyguladığı bir strateji olmalı. Aslında savaşa gidip gelenleri bildikleri halde pek müdahale etmiyordu istihbarat. Meselenin Çeçenistan sınırları dışına çıkmasını göze alamamış olabilirler. Polis ise bizimle ilgili cahil ve bilgisizdi. Tek motivasyonları mevcut düzeni korumaktı ve son derece saldırgan davranıyorlardı. Onların da uzmanlaşmaları 2002-2003 yıllarından anca başladı

KF: İstihbarat’ın da sertleşmeye başlamasıyla süreç giderek sertleşti.

Aynen öyle oldu. Sürekli bir Vahhabi tehdidi yaratmak istiyorlardı. En meşhur ve göze batan olaylardan birinde, Çeçenistan’dan savaştan dönen birine yönelikti. Savaştan dönmüş, evinde tek başına oturan bir adamı kuşatmaya aldılar. Yukarda helikopterler, evin etrafında tanklar, yani bildiğiniz bir şehir kuşatması manzarası. Televizyonlara da servis etmişlerdi. Bu ve benzeri tehdit algısı yaratma amacıyla çok sayıda operasyon düzenlendi.

KF: Sizin de silahlanma serüveniniz bu şekilde mi başlamış oldu?

Cemaat’in bu yönde alınmış bir kararı aslında hiç bir zaman olmadı. Aksi yönde aldığımız karar ve uygulamalar mevcut cemaat olarak. Bu aslında, Cemaat çevresinde olan veya olmayan Çeçenya’ya savaşa gidip gelenlere yönelik baskının Cemaat’i de içine alacak şekilde genişletilmesiyle yaratılmış bir provokasyon sürecidir.

Kuşkusuz cemaat üyelerinden de Çeçenya’ya savaşa gidip gelenler oldu.  Ama bu insanlar Çeçenya’dan döndükten sonra silahtan ve propagandadan uzak durup cemaat üyesi olsalar da pasifleştiler. Bunlar içinde Çeçenya’da başka cemaatlere üye olanlar da oluyordu, ama döndükten sonra bizim kendilerini bizim cemaatin dışında tanımlamak için de bir sebepleri yoktu. Sonuçta biz de siyasetten uzak duran bir yapıydık.

2000 yılında biz bir karar aldık ve  silahsızlanma çağrısı yaptık. Musa ve Anzor da bu kararı destekliyordu. Bu kararı almamızın tek sebebi, Çeçenya’dan dönen savaşçılar değil eski mafyacı yeni cemaatçi üyelerimizin kriminal işlere bulaşmasının önüne geçmekti. Bu alınması kolay olsa da uygulaması güç bir karardı.

KF: Uygulayabildiniz mi?

Evet uyguladık, polisler de şaşırdılar bu karara. Nihayetinde, üzerimize gelmek için bahanelerinin azalacağından da endişe ediyorlardı.

Bu dönemde, Yarmuk tugayları meselesi çıktı ortaya.  2000-2001 yıllarıydı ilk ortaya çıkışları. Savaşa katılmayan ama Gürcistan’a eğitim almaya giden Kabardey-Balkar’dan gitme gençler vardı. En son o grupta 8-10 kişilik çoğunluğu Balkarlar’dan oluşan bir dar grup kaldı. Henüz Gürcistan’dayken çok sert bir açıklamayla Kabardey-Balkar’da cihat yapacaklarını ilan ettiler.

Bu çıkışlarına biz bile şaşırmıştık. Sonra sesleri çıkmadı bir süre. Bir ara Abhazya’ya gireceklerini söylediler ama bu gerçekleşmedi. Sonra Kabardey’e giriş yaptılar tekrar. Sınırdan Rus birlikleriyle çatışarak geçtiler. Sınırdan geçişleri değildi sadece gürültülü olan, cihattan dönen kişi normalde köşesine çekilir sessiz olur. Bunlar cihattan döndük diye uluorta kurban kesip bayram yapıyorlardı. Kabardey-Balkar’da gezmeye propoganda yapmaya başladılar. Pşıhaçev’in istediği fırsatı veriyorlardı ona.

Bizden silah desteği ve kendilerine katılmamız yönünde talepleri oluyordu.  Ben, kendilerine Cemaat’le birlikte sorumluluğumuzun da arttığını birlik içinde olduğumuzu söyledim. Bütünlüğümüze zarar vermelerinden endişe ediyorduk. Ne hedeflerini anlatabiliyorlardı, ne de davranışları güven veriyordu. Bizim anlayışımıza göre zararlıydılar ve Musa başta olmak üzere hepimiz bu kişilerle ilişki kurulmamasını kararlaştırdık.

Kabardey-Balkar’da ne olsa, nerde kargaşa olsa onların üzerine atılır olmuştu ve onlar da reddetmiyordu. Aslına hepsini onlar yapmıyordu.Bize yönelik de korkaklık, kız cemaati olmak, cihad karşıtı türünden sıfatlar yakıştırıyorlardı. Aleyhimize yaptıkları bu propagandayı fitne olarak adlandırıp geçiyorduk.

Bu tutumumuzla Çeçen direnişince de eleştiriliyorduk. Onlar Kabardey-Balkar’ı “Uyuyan güzel” olarak adlandırılıyordu. Şamil, daha önce bize bizi tenkit eden bir mektup yollamıştı. İnsanların cihada gitmesini engellediğimizi söylüyordu. 2002’den önce yazmıştı bu mektubu. O zaman ki düşüncesi böyleydi. Bir kaç fitnecinin etkisi altındaydı.  İşin ilginç yanı istihbarat da bu kişilere hiç müdahale etmiyordu. Şamil, Baksan’a gelip bir ay kaldığında Musa’yla görüştüler. Cemaat’i Musa’dan dinlediğinde, görüşleri değişti. Sizi böyle bilmiyordum, yolunuz meşrudur siz böyle devam edin diyebildi. Şunu da ekledi: “Biz bu yola mecburuz, biz böyle devam edeceğiz”

NURDJAMAATStrelka mahallesi, namaz kalan müslümanlar – 2004

 

KF: Anlaşılan o ki, bir yandan da silahlı mücadeleye net bir tavır göstermek de güçlük çekiyordunuz.

 Bir yandan baskıların dayanılmaz hal aldığını bir yandan yanıbaşımızda silahlı bir mücadelenin sürdüğünü unutmayın. Bizim içimizde 94’den başlayarak silahlanma eğilimi taşıyan, cihada gitmek isteyen insanlar oluyordu. Biz cihada gidecek olanlara karışmıyorduk ama Kabardey Balkar’da silahlı mücadele istemiyorduk.

KF: Peki ama Kabardey-Balkar’la, Çeçenya’nın farkı neydi ? İlkesel olarak oradaki savaşa da karşı çıkmanız gerekmiyor muydu? Sonuçta Rusya’nın da içinde bulunduğunuz süreci bir silahlı mücadelenin temelini attığınız stratejinin parçası olarak yorumlamak için yeterli sebebi yok mu?

Bunu bir strateji olarak gördüklerini varsayarak, provokasyonları haklı mı bulacağız? Cemaat çok geniş bir toplumsal destek alan çeşitli görüşleri olan çok sayıda insanı kapsıyordu. Kabardey-Balkar’da silahlı mücadele istemiyorduk. Çeçenya’da da savaş istemezdik ama savaş çıktıktan sonra direnişe karşı çıkmak mümkün değil.  Bizim İslami anlayışımızı dinleyen Çeçenya’da süren cihada karşı olmadığımızı ama Kabardey-Balkar’da silahlı mücadele istemediğimizi dinleyen Şamil de şaşırmıştı buna. Sonuçta, onlar çok farklı bir süreçten geçtiler ve silahlı mücadeleden başka bir araçları yoktu ellerinde. Şamil dahi biz dinlediğinde bize hak vererek, yöntemimizi desteklemişti. Silahlı mücadelede yenmek ve yenilmektir esas olan. Biz ise yaşamı düzenlemek istiyorduk.

KF: Ama süreç böyle işlemedi. Anzor ve Musa silahlı mücadeleyi tercih ettiler ve siz bunun dışında kaldınız. Bu ayrışma nasıl yaşandı? 

2001 yılından itibaren federal hükümetin tutumu net bir şekilde değişmeye başladı. Musa ve Anzor’un yargılanmaya başlamalarını cami kapatmaları ve bizim merkez üzerinde yasal kısıtlamalar takip etti.  Faili meçhul ve işkenceler artmaya başladı. Çeçenistan savaşı bahanesiyle her köşede terör estiriyorlardı. Baskılar savaşa katılanları tespit etmenin çok ötesindeydi. Ellerinde kanıt olmadığı için hukuken mesafe katedemiyorlardı. Musa ve Anzor’u da bırakmak zorunda kaldılar. O ikisine çok zulmettiler içerde.

Beni son defa FSB görüşmeye aldığında anladım bizi bitirmek istediklerini. 12 saatten fazla sürdü gözaltı ve sorgu. Örgüt olmakla suçluyorlardı. Tutunacakları bir kanıt da yoktu aslında ama karar verdikleri açıktı.

Sonra beni takip etmeye başladılar.  Silah taşımıyor oluşum işlerini zorlaştırıyordu ama bir kaç taciz ardından durumu anladık. Beni öldürmek niyetindeydiler. Musa ve Anzor çıkmamı istediler Kabardey’den. Benim için çekiniyorlardı.

Bu dönemde 5 kişi şehit (İnşallah) edildi. 2000 yılında diplomamı alıp ülkeme döndüğümde,  benimle görüşüp tanışmak istediğini, yaptıklarımızı çok takdir ettiğini söyleyen polis şefi son görüşmemizde sizin gibilerin kökünü kazıyacağız, sizi yok edeceğiz şeklide tehditler savuruyordu.  Biz de karar aldık, önderler öne çıkmayacaktı çünkü zulme uğrayacaktık. Biz yaşama formülü arıyorduk, nasıl kendimiz koruyabiliriz, nasıl gizli kalabiliriz diye. Ama silahlanalım demiyorduk. Silah yalnızca kendimizi korumak için olacaktı, ama silahlı mücadeleye yine mesafeli duruyorduk.

Ürdün’e gitmeye karar verdim. Master programına katıldım ve uzaklaştım ülkeden. Baskılar durmadı elbette. Yalnız cemaat değil, herkeste bir hazırlık süreci başladı. Saldırı ihtimaline karşı insanlar kendilerini korumak istiyorlardı. Faliyetletlerimizi askıya almıştık aslında ama polis durmadı. Özellikle ev baskınları insanları canlarından bezdiriyordu. Herhangi bir çağrıda bulunmadık ama insanlar meşru müdafa hakları için silahlanmaya başladılar.  2004 yılı sonuna dek biz Musa ve Anzor’la bu sürecin üstesinden nasıl gelebileceğimizi konuştuk. Bir çözüm yolu, farklı bir siyaset üzerinde düşünüyor bir çıkış arıyorduk.

Giderek silahlı mücadele başlatma yönünde baskı artmaya başladı üzerimizde. İlim sahibi olmayan kişilerden sert çıkışlar geliyordu. Anzor ve Musa başta bunlar mesafeli duruyorlardı.  Şamil’in yanısıra ve İnguşetya’dan gelenler oldu, silahlı mücadele yönünde telkinde bulunmaya.

Sonunda, silahlanıp polisi vurmaya karar verdiklerini söylediler. Beni sürecin dışında bırakarak bu kararı aldılar. Buna karşı çıkacağımı biliyorlardı. Bu kararı başkalarından duymak üzücüydü. Kendileriyle konuştum ve bu kararın bana danışılmadan alındığını söyleyerek eleştirdim.  Bana danışmak zorunda değillerdi ama asıl sorun kimseye danışmamış olmalarıydı.  Bu yüzden ilk tepkim çok sert oldu.

Sonra Musa niyetlerini anlattı. Bu yöntemin başarılı olmayacağında ısrarlıydım. Cemaatin kadısı olarak bana bunun caiz olup olmadığını da sordular. Ne bu operasyona hazırsınız ne de bu caizdir dedim. Önceden Yermuk’un yapmak istediğine karşı çıkma sebeplerimizi hatırlattım. Onlarsa bu diyaloğu sürdürmeden yine kendi bildiklerini yaptılar.

Bir görüşme daha olacağını düşünüyordum. Ama biz görüşmeyi yapamadan Nalçık baskını gerçekleştirildi. Gerçek şu ki, Musa’nın kendisi dahi operasyonun tarihini bilmiyordu. Emir Anzor’du ve anladığım kadarıyla Şamil’den haber alarak yakınında bulunan Ruslan ve diğerlerinin inisiyatifiyle  başladılar operasyona. Başlarken de Şamil’den 150 kişilik profosyonel grup gelecek demişler ama onlar gelmedi. Bir saldırı olacağını halk dahi biliyordu. Nitekim, 3000 kişilik takviye birlik yığılmıştı Nalçık’a.

KF: Operasyonu kim yönetti?

Anzor yönetti, komutan oydu. Musa da oradaydı ama gerçekte yöneten Anzor’du. Başarısızlığın bir sebebi de polisin operasyondan bir kaç saat önce istihbaratını almasıydı.

2-3 saat içinde baskın Şamil’in emriyle durdu ve geri çekilme başladı. Operasyona katılan 150-200 kişiden 90-100’ü şehit oldu. (inşallah)

image009ox1
Önde Şamil Basayev – Arkada Anzor Astemirov Nalçık Ayaklaması Sonrası

KF: 150 profesyonel?

Yolda bir sıkıntı olmuş gelememişler.

KF: Bu operasyonun hesabı kimseye soruldu mu?

Bu operasyon Anzor’un hatasıydı ve ondan hesap sormak niyetindeydim. Arkasında sürüklediği gençler ne yaptıklarının bilincinde değildi. Eğitimsiz ve hazırlıksızdılar. Anaları Anzor’a lanetler yağdırdı. Sırf bu yüzden onu öldürmek isteyenler de oldu, o da günahtır. Gençler sonuçta silahla direnerek ölmeye hazırdı ama komutanları olarak onun korumacı davranması gerekiyordu.

 

KF: Operasyondan önce halktan destek olacağına inanılıyor muydu?

Halktan hiç destek olmadığını biliyorduk.  Anzor operasyondan önce imamları toplayıp  cemaati fesh ettiğine dair bir açıklama yaptı. Bana haber vermedi bunu.  Çeçen mücadelesine katıldığını ilan etmişti. Bu kararları tek başına, hızlı bir şekilde aldı. Yurt dışında oluşum sebebiyle müdahale şansım da olmadı. İstişare etmeden dayattı bu kararları. Ve halk desteği de yoktu.

KF: Geriye dönüp baktığında, Nalçık olayları ile ilgili kendini sorumlu hissediyor musun? Böyle yapmasaydım belki engellerdim diye düşünüyor musun?

En büyük hatam arkadaşlarıma inanmak oldu. Benden habersiz yapcaklarını zannetmiyordum. Onlara bu yöntemi benimsediğimizde başarı şansı olmadığını söylediğimde beni kaçmakla suçladılar. Sonraki konuşma çabalarım da sonuç vermedi, iletişimi kestiler. O zaman istişareyi sürdürebilseydik belki sonuç farklı olacaktı. Cemaat, Musa ardından Anzor ve ardından benim bir kaç arkadaşın katılımıyla kurulmuştu. Herkesin bir etki alanı vardı. Musa’yı daha çok seven tanıyan vardı. Anzor ilmi ve ahlakı sayesinde seviliyordu. Farklı karakterler, farklı imamlar ve bu insanlara gönül bağıyla bağlanmış insanlardan oluşuyordu Cemaat. Belki bu gerilimler bir aşamaya geldiğinde, henüz dışarda değilken daha net bir şekilde çıkış yapabilseydim belki arkadaşlarımızı kurtarabilirdik.

Belki çalışmalarımızı halka daha çok yaymayı denemeliydik. Binlerce insandan oluşan bir yapıydık ve zaman zaman fazla içe dönük kalıyorduk. Sürekli dersler veriyor, kaliteli öğrenci yetiştirmeye çalışıyorduk. Kadromuzsa yetersizdi. Bu dersleri Anzor, ben ve bir kaç kişi daha yürütüyordu. Kabardey-Balkar’da bir milyon insan yaşıyor. Biz belki biraz daha halka yönelik faaliyetlerde bulunmayı tercih etmeliydik. Milliyetçi gruplarla ortak çalışmalara yönelebilirdik. Biz ise erken politikleştik. Yanıbaşımızda süren savaşın etkisi bunda büyüktür.  Halkın gündemiyse farklılaşabiliyordu. Politikadan uzak durmayı tercih ediyorlardı. Biz politikleştikçe onlardan uzaklaştık. Entegre edemedik kendimizi. Bu siyaseti nasıl realize edebileceğimizi hep düşünüyorduk aslında ama çoğu arkadaşımız için bu bir seçenek olmadı. Yasaklandığımız dönemde, Ürdün ve Suriye’den gelenler olmuştu. Çok iyi bir sistemle gizli faaliyet yürütüyorduk. Çeçen cihadına yakın durduğumuz için Rusya bizi düşman bellemişti. Biz de sivil yapı formasyonunu tutturamıyorduk. Amir, emir demeyelim, başkan müdür diyelim dediğimizi hatırlıyorum. Musa’dan gazeteye demeç vererek, KBC’de cemaat olmadığını kendisinin de emir olmadığını söylemesini istemiştim. O zaman bu süreci çevirebileceğimize dair bir inancımız vardı. İslam eğitimi ve Xabze’yi birleştirip yolumuza devam edebilirdik. Başka yollar deneyebiliriz düşüncesindeydik. Ama koruyamadık bunu.

1

2

4

5

6

7

Bir cevap yazın