Başlangıç: Sürgün & Dönüş – Svante Cornell

1944’ün Soykırım Sürgünü

1943 yılının Kasım ve Aralık aylarında, bütün Karaçay toplumu hayvan vagonlarına bindirilerek Sibirya ve Orta Asya’ya sürüldüler. 1944’ün Şubat ayında sıra Çeçen ve İnguşlara geldi ve Mart’ta ise Balkarlara. John Dunlop’un belirttiği üzere: “Sürgün, zorunlu kolektivizasyonun başladığı günden itibaren Sovyetlerin iç politikasının temel bir öğesi olmuştu.”[1] Daha küçük toplulukların yolculuğu Sibirya veya Özbekistan’da son bulmasına karşılık Çeçenler ve İnguşların çoğunluğu Kazakistan ve Kırgızistan’a yerleştirilmişlerdi.

Perestroyka ile ortaya çıkan belgelere göre sürgün 1943 sonbaharından itibaren planlanmış gibi görünüyor.  Sovyet liderliği, özellikle Beria, Çeçen-İnguşetya’daki anti-Sovyet faaliyetler hakkında bilgi toplanması için bir grup göndermişti. Grubun raporu Sovyet rejimine yönelik en büyük tehlikenin bölgedeki Sufi tarikat olduğunu açıkça kanıtlamaktaydı.[2] Sovyet liderliği Karaçayların sürüldüğü haberinin Çeçenya’ya ulaşmasına hemen hemen engel olmuştu . Bütün Çeçenlerin sürgün edileceğine dair dedikodular yayılmaktaydı ancak bunu ciddiye alacak açık bir neden ortada gözükmüyordu. Dahası, liderlik yarım milyon Çeçen ve İnguş’u (68.000 nüfusa sahip Karaçay’lara göre daha kalabalık bir grup) sürmenin tek yolunun aldatma ile olacağını anlamıştı; Dunlop’u alıntılarsak tarih kör edici bir hız, aldatma ve ezici güç ile böylesine bir görevin başarılabileceğini gösterdi.[3] Bu sebeple sürgün için 23 Şubat 1944’deki Kızıl Ordu günü seçildi. Büyük sayılarda kamyonun ve personelin yollar ile altyapıyı tamir amacıyla geldikleri açıklanmıştı. İnsanlar belirli noktalarda toplanmaları için aldatıldı ve bekleyenler 12.000 tren vagonuna bindirildiler. 190’nın üstünde tren Orta Asya’ya doğru yola çıkmış, bir hafta gibi bir sürede 387.229 Çeçen ve 91.250 İnguş sürülmüştü.

Sürgüne tasvir edilemez zulümlerin eşlik ettiğini belirtmeye gerek yoktur. Sürülenlerin bulundukları tren vagonları sıhhi malzemelerden yoksundu, insanlar ancak haftada bir beslenebiliyorlardı. Sonuç olarak tifo salgını baş gösterdi, açlık ve soğuktan insanlar ölmeye başladılar. Yaşanan gaddarlığa en rezilce örnekler dağlık alanlarda yaşandı, çünkü Studabaker kamyonları izole kalmış bölgelere ulaşamadığı için NKVD bu bölgelerde yaşayan insanların sürülmesinin imkansız olduğunu anlamıştı. Bu gibi yerlerde, örneğin Gürcü-Çeçen sınırına yakın olan Haybah’ta, insanlar çok yaşlı, hasta veya başka sebeplerden ötürü yürüyemeyecek durumda olduğu için transfer edilemeyecekleri kabul edilip canlı canlı yakılmışlardır. Bu bölgede yakılan insanlar arasında küçük bir yerleşim yeri olan Yalkhoroi ilginç bir detaya sahiptir, Çeçenya’nın ilk devlet başkanı olan Cohar Dudayev’in iki kuzeni, halası ve büyükannesi de Haybak’ta öldürülmüştür. Stalin’in ölümünden sonra bu katliam hakkında yapılan araştırmaların Kruşçev’in 1957’deki sürgüne uğrayan halkların rehabilitasyonuna katkıda bulunduğu-en azından hızlandırdığı- farzedilmektedir.[4]

Hayvan vagonlarına bindirilenlerin %60’ının açlık veya soğuktan öldüğüne inanılmaktadır. Genel olarak Karaçay-Balkarların üçte birinin ve sürgüne gönderilen Çeçen ve İnguşların ise dörtte birinin büyük sıkıntıların yaşandığı Kazakistan’ın zorlu iklimine vardıktan sonraki beş sene içerisinde öldükleri tahmin edilmekte. Her şeyden önce, sürgünzedelere hayatlarını idame ettirecek yeterince besin maddesi ve diğer ihtiyaçları tahsis edilmemişti. Bunun sonucunda özellikle de çocuklar yetersiz beslenme ve hastalıkların sonucu olarak öldüler. Dahası, varış noktalarındaki yerel halk hainlerle, isyancılarla ve hatta vahşi kabile insanlarıyla, yamyamlarla karşılaşacağına psikolojik olarak hazırlanmıştı. Sürgüne maruz kalanların yeni ortamlarına entegre olmaları zorlaştırılmasına rağmen, Kazak veya Kırgız ailelerin yeni komşularına yardım ettikleri, sahip oldukları mülklerini veya hayvanlarını  sürgünzedelerle paylaştığına dair birçok söylenti vardır. Konut sıkıntısı en ciddi sorunlardandı ve pek çok sürgünzede yıllarca yer altı sığınaklarında yaşamak zorunda kaldı.

Eylül 1944’te Kırgızistan’a sürgün edilen altı aileden ancak birisinin kalıcı evi vardı. Kazakistan’daki durum ise daha da kötüydü. Yapılması planlanan yüzlerce evin 1946’ya kadar sadece birkaçı inşa edilmişti. [5]Sürgünlerin sonucunda, 100.000’ün üzerinde Çeçen ölmüştü. Nekrich, Conquest ve Bugai gibi tarihçilerin hesaplarına göre ise Çeçenlerin toplam nüfus kaybı bundan bile yüksekti. 1926 ile 1937 arasında Çeçen nüfusu %36 oranında artmıştı. [6]

Diğer 11 yıllık periyod olan 1959-1970 arsında ise rakam %46 idi. Tersine, 1939-1959 arasındaki 20 yıllık dönemde Çeçen nüfusu sadece %2.5 oranında arttı.[7] Sonuç olarak normal şartlar altında-savaşı da hesaba katarak- Çeçen nüfusunun 1959’da 600 binin üzerinde olması gerekirken, aynı yıl yapılan nüfus sayımına göre kabaca 420 bin kadardı. Bundan dolayı doğrudan veya dolaylı olarak(doğum oranın azalması gibi) Çeçenlerin gerçek kaybı 200 binin[8] üzerindedir. Sürgünlere rağmen yine de Çeçen ve İnguşlar onurlarını korudular. Ünlü yazar Aleksandr Soljenitsin: “Yalnızca bir ulus psikolojik olarak teslim olmayı kabul etmedi…Çeçenler[9]” diye not eder. Pek çok kaynağa göre, Çeçenler otoritelerin “bulaşmaya” çekindiği tek milletti; Vanora Bennett’in geri dönenlerden alıntıladığına göre: “bazen onlar ailelerimizi ikiye bölmeye çalışırlardı veya haklarımızı elimizden alırlardı. Ama o zaman cesetleri yolda bulunurdu ve bir süre sonra bize saygıyla davranmayı öğrendiler.”[10]

Sürgünün Nedenleri

Sürgünlerin resmi gerekçesi Çeçen ve İnguşların Alman ordusu ile işbirliği yaptığı iddialarıydı. Bu iddialar Alman ordularının ancak günümüzde Kuzeybatı İnguşetya’da bulunan ve Rusların yaşadığı Malgobek bölgesine kadar ilerledikleri gerçeğiyle kolayca çürütülebilir. Buna rağmen Dunlop’un incelemelerine göre Almanların Kuzey Kafkasya’yı kontrol etmesine yardımcı olan izole bir grubun olduğu söylenebilir. İsyanlar Hitler ve Stalin henüz müttefik iken patladı. 1940 yılında -sonradan ürpertici bir biçimde doğru çıkacak olan- “Bu savaşın gerçek amacı milletimizin bütün olarak imhasıdır”ı ilan eden Hasan İzrailov’un önderlik ettiği bir ayaklanma çıktı. İzrailov: “Cesur Finliler kölelik üzerine kurulan büyük imparatorluğun özgürlüğe aşık küçük bir halkla karşılaştığında güçsüz olduğunu kanıtlamaktadır. Kafkasya ikinci Finlandiya olacaktır[11] ve biz diğer ezilen uluslar tarafından takip edileceğiz.” şeklinde konuşsa da Sovyet gücüne karşı başarılı bir ayaklanmanın zorluğunun farkındaydı. İzrailov’un ayaklanması hızlıca yayıldı ve birkaç ay içerisinde Çeçenistan’da kayda değer alanları  kontrol altına alarak ulusal bir kongre topladı.

Bir diğer isyancı lider, Mairbek Sheripov, Şubat 1942’de İzraliov’a katıldı ve Sovyet kontrolü dışındaki toprakları genişletti. İki lider Çeçen milletine ortak bir bildiri kaleme alarak, şu an için Sovyetler Birliği ile savaşta olan Almanların ancak Kafkasya’nın bağımsızlığını tanımaları şartıyla hoş karşılanacaklarını deklare etti. Aslında bu isyan Çeçenlerin bahsi geçen önceki isyanlarından önemli farklılıklar arz ediyordu. İzrailov bir entelektüeldi ve eski Komünist parti üyesi idi, Sufilerle herhangi bir bağlantısı yoktu. Bu o zamanlar için büyük bir yükümlülüktü, bu bağlantının olmayışı farklı bir Çeçen Milliyetçiliği anlayışının ortaya çıktığnı gösteriyor. Deklarasyonun şartları ayrıca Çeçen liderlerin Ukrayna’yı “özgürleştiren” Almanların farkında olduğunu ve Almanlardan şüphelendiklerini göstermektedir. Ayrıca Almanların Ukrayna seferinden bir şeyler öğrendiğini ve Alman subaylarının birliklerine Kafkasya’daki yerel halka Sovyetler Birliği’nin diğer bölgelerinden farklı olarak davranmaları için emir verdiklerini de göstermektedir. Bununla beraber, Sovyet hava kuvvetleri 1942 baharında Çeçen-İnguş Cumhuriyetini vahşice bombaladılar.

Çeçen-İnguşetya’daki tek Alman bağlantısı 1942’nin ortasındaki küçük paraşütçü sabotajcılardı. Dunlop’un not ettiğine göre, en fazla 100 Çeçen aktif bir şekilde Nazi yanlısıydı, doğası gereği İzrailov’un önderliğindeki isyan daha baskındı. Buna karşılık, 17.413 Çeçen 3 ayrı gönüllü seferberlikle 1942 ve 1943’te Kızılordu’ya katıldı.  Bu nedenlerden dolayı Almanlarla işbirliği iddiasının uydurulmuş olduğunu söylemek doğru görünüyor.

Abdurrahman Avtorhanov’dan alıntı yaparsak:

“Sürgünü gerekçelendirmek için Sovyetlerce öne sürülen savaş sırasında Almanlarla işbirliği iddiası saçmalıktı. Hükümetin iddiasına göre Sovyet karşıtı müfrezeler Çeçen-İnguşetya’nın derinlerinde aktiftiler, bu kesinlikle doğru. Yabancı işgalcilere karşı silahlı direniş, Stalin veya Hitler ortalıkta yokken bile yerleşik geleneklerdendir. Aslında Şamil’in İmamlığı Sovyet hükümetinin kurulmasından sadece 63 yıl önce yıkılmıştı. Kafkasya’daki küçük bir toprak üzerinde iki dünya yüz yüze geliyor: devasa polis despotizmi ve etrafı kuşatılmış olan insani amaçlar. İyi ile şeytanın, demokrasi ile totaliterliğin arasındaki direniş, dış dünyanın kayıtsızlığına ve cahilliğine rağmen on yıllardır Kafkas dağlarında kanun halindedir.”[12]

Çeçenlerin ve İnguşların terketmek zorunda bırakıldıkları topraklar komşularına dağıtıldı, otonom cumhuriyeleri ilga edildi ve komşu cumhuriyetlere toprakları pay edildi. Bu durum sürgüne uğrayan insanlar geri dönüp evlerinde başka insanların yaşadıklarını bulduklarında ciddi problemlere neden oldu. Kuzey Kafkasya halkları arasındaki çoğu çatışmanın kökeninin sürgünün bir sonucu olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. İnguş-Oset, Çerkes-Karaçay ve Dağıstan’da yaşayan Çeçenlerle Lak’lar [13]arasındaki problemlerin hepsinin kökeni sürgüne atfedilebilir.

Dağıstan nüfusunun sürgün edilmemesi sürgünlerle ilgili ilginç bir noktadır. Esasında, Sovyet Dağıstanı’nın liderleri Rusya’nın Dağıstan’ın savaşma kabiliyetine derin bir saygı beslediğini, 1920-21 isyanlarının hafızalarında taze olduğunu bilmekteydiler. Dağıstan Çeçenya’dan daha büyük ve daha ulaşılmazdı. Dağıstanlı liderler Stalin’i sürgün konusunda uyararak, görülmemiş oranda büyük bir isyanın gerçekleşebileceğini belirttiler. Sonuçta Dağıstan halkının şansıyla Stalin Dağıstanlıları sürgüne dahil etmeme kararı verdi. Yine de Dağıstanlıların değil Çeçenlerin, Çerkeslerin değil Karaçayların, Kabardeylerin değil Balkarların sürülmesi Stalin ve Beria’nın hedef grupları sübjektif olarak belirlediklerini göstermektedir. Bu durumun kişisel şüphelerinden mi yoksa başkaca bir şeyden kaynaklandığı ise kesin olarak bilinemeyecektir.

Dönüş ve Ulusun Yeniden İnşası

Stalin’in ölümünden sonra, yerleşim yerlerinin üç kilometre dışına çıkmalarına izin verilmemesi gibi sürgünler üzerindeki kısıtlamalar kademeli olarak kaldırıldı. Hemen Kazakistan’da özgürce seyahat etmeye başladılar, hatta kendi radyo istasyonlarını ve gazetelerini bile kurdular. Bazıları bu olguları Çeçen ve İnguşları Kazakistan’da tutma ve Kafkasya’ya geri dönmelerini engelleme teşebbüsü olarak görmektedirler. Kazakistan’ın güneyinde otonom bölge meselesinin dahi tartışıldığı görülüyordu. Kruşçev Sovyetler Birliği’nin yeni lideri olarak ortaya çıktı ve 1956 yılında SBKP’nin 20. Kongresinde gizli bir konuşma yaptı, özellikle sürgünlere değinerek Stalin yönetiminin aşırılıklarını kınadı. Bu konuşma Gürcistan’da uluslarına yapılmış bir saldırı olarak yorumlanırken, sürgündeki Çeçenler ise rahatlattı ve umutlarını tazeledi: Eve dönme ihtimalini görmüşlerdi.

1954’ten başlayarak, bazı Çeçen ve İnguş grupları anavatanlarına illegal bir şekilde yolculuk yaparak geride kalanlara da bir yol açmış oldular. Pek çoğu geri gönderildi ancak süreç durdurulamazdı. Yalnızca 1956 yılı boyunca, tahminen 25 bin ila 30 bin kişi sürgünde ölen akrabalarının cesetlerini de yanlarında götürerek geri döndü.[14] Rejim ilk olarak Özbekistan’da bir özerklik teklif etti, sonrasında Kafkasya’nın diğer bölgelerine dönmelerini denedi, sonrasında “aşamalı” dönüşü uygulamaya çalıştı, sonunda gerçekle yüzleşti: Çeçenler ve İnguşlar ve tabii ki Karaçay ve Balkarlar büyük sayılarla otoritelerin kendilerine dediklerine ve önerdiklerine bakmaksızın geri dönmüşlerdi. Dunlop’un bahsettiği üzere: “Çeçen ve İnguşların anavatanlarına olan akışlarını kontrol etmeye çalışmak , göründüğü kadarıyla okyanus dalgalarını yönlendirmeye çalışmak gibiydi.”[15] 1959 yılında dahi, diriltilen cumhuriyetlerinde Çeçen ve İnguşların nüfusa göre oranları %41 idi.

Ancak onların dönüşü tamamiyle sivil ve politik haklarının restore edildiği manasına gelmedi. Her şeyden önce “yeni” Çeçen-İnguş SSC’nin sınırları sürgünden önceki sınırlarına uymuyordu. Komşu cumhuriyetler SSC’lerinin sınırlarını korudular. Özellikle, Kuzey Osetya Vladikavaz yakınlarındaki geleneksel İnguş yerleşim yeri olan Prigorodniy’i ve Dağıstan ise Lak topluluğunun zorla yerleştirildiği Doğu Çeçenya’yı korudu. Her iki sorun ve bunlardan kaynaklanan çatışmalar daha sonra tartışılacaktır. Çeçenler anavatanlarına geri döndüklerinde, sanki sürgündeki kayıpları telafi etmek istemişler gibi nüfusları hızlıca artmaya başladı. Nitekim Sovyetler Birliği’ndeki Çeçen nüfusu 1959-1979 arasında iki kat arttı. Bu periyodun sonucu olarak, Çeçen-İnguş SSC’sinde Rus sayısı nüfusun yarısıyken, üçte birinden daha az seviyelere düştü. [16]

Bu tamamiyle Çeçen demografik patlaması ile alakalı değildi aynı zamanda yüzlerce etnik Rus’un cumhuriyetten göçüyle de alakalı idi. Resmi nüfus bilgilerine göre 1979 ve 1989 yılları arasında, Rus nüfusu %12’lere kadar geriledi. Bir diğer önemli faktör ise Çeçen ve İnguşların halen eğitim ve katılım bakımından ayrımcılığa maruz kalmalarıdır. Cezalandırılmış halkların yüksek öğretime erişimleri önündeki engel kaldırıldıktan sonra, yüksek öğrenim almış Çeçenlerin sayısı 1960’larda %0’a yakınken %5’e yükseldi. Her milletten insanın eğitim hakkını savunduğuyla övünen devletlerinde, Çeçenlerin %15’i herhangi bir eğitim almamıştı. Pek çok özerk cumhuriyette, yerliler çocuklarını anadillerinin ikinci dil olarak öğretildiği Rus okullarına göndermeyi tercih ediyorlardı ya da tersine Rusça’nın ikinci dil olarak öğretildiği anadil okullarına. 1960’lı yılların bir döneminde Çeçen dilinin öğretiminin tamamen olmadığı Çeçen-İnguşetya’da, ikinci seçenek mevcut değildi.

Aynı zamanda, Cumhuriyet’teki Slav nüfusu halen daha cumhuriyetin politik ve ekonomik hayatını kontrol ediyordu.[17] Pek çok Çeçen halen kırsalda yaşıyor, şehirlere göç edenleri-özellikle Grozni’ye- iş bulma konusunda ciddi problemlerle karşılaşıyor ve Rus nüfusuyla karşılaştırıldığında ayrımcılığa maruz kalıyorlardı. Bu durum yukarıda bahsedilen demografik patlamayla birleştiğinde geniş işsizliğe ve pek çok Çeçen-İnguş’un SSCB’nin diğer bölgelerinde mevsimlik işçi olarak iş aramalarına sebep oluyordu.[18] Her ne kadar Rus analistleri abartılı yorumlar yapsa da, göç pek çok Çeçen’in kalıcı olarak Moskova ve Leningrad’a taşınıp Rus ekonomisinin “gri” ve “siyah” sektörlerinde güçlü pozisyonlar elde etmeleriyle birlikte daha da hızlandı.

Çeçen-İnguş SSC’ye  politik alanda etnik Ruslar hakimdi. Ruslar Parti’deki ve devlet aygıtlarındaki en yüksek pozisyonlarını, pek çok özerk bölge ve cumhuriyette göstermelik de olsa etnik gruba ayrılan Komünist Parti’nin birinci sekreterliği de dahil olmak üzere ellerinde tuttular. Demokratikleşme ve Perestroyka’dan sadece birkaç sene sonra 1989’da cumhuriyetteki prestijli bir konuma bir Çeçen geldi. Doku Zavgayev, iktidara bir reformcu olarak gelmesine rağmen, sonrasında takip eden politik gelişmeler bunu yapamayacağını kanıtladı. Bir bütün olarak Cumhuriyet’te sağlık alanında da ayrımcılığın olduğu gözlemleniyordu. Dunlop’tan alıntıyla: bulaşıcı hastalıklardaki ölüm oranı Rusya Federasyonu’nun ortalamasının tam iki katıydı, Çeçen-İnugşetya aynı zamanda yaşam alanında, hastane yataklarında ve kişi başına düşen doktor sayısında da geri kalmıştı.[19] Rehabilitasyon ile Perestroyka arasındaki dönem bir toplumsal sakinlik dönemi değildi, Çeçen ve İnguşların hayal kırıklıkları ve yerel Rusların yerlilerden korkusu gerginliklerin yer altında kaynamasına yol açıyordu. Daha 1958 yılında, savaş sonrası Sovyetler Birliğinin toplumsal isyanlarının en kötü örneklerinden birisi Grozni’de gerçekleşti. Yerel Rusların Çeçen ve İnguşların Orta Asya’ya geri dönmelerine ilişkin talepleri ile ölümle sonuçlanan kişisel bir kavga etnik temelli bir çatışmaya döndü. Çeçen-İnguşetya Sovyetler Birliğindeki diğer özerk cumhuriyetlerdekilerle kıyaslandığında bir istisna teşkil etmektedir ve bu olgular Çeçenya’nın eşi benzeri olamayan Rus karşıtı ayrılıkçı bir oluşum haline geldiğini açıklamaya yardımcı olacaktır.

İlk olarak, Çeçenler 1989 yılında 734.000’i cumhuriyette yaşayan 957.000’lik nüfuslarıyla Kuzey Kafkasya halkları arasında en kalabalık nüfusa sahip toplumdu. 300.000 kişiye yakın Rus nüfusu nispeten daha azdı, öte taraftan ortak cumhuriyette İnguşların nüfusu kabaca 164.000’tü. Dolayısıyla kendi adlarına bağımsız politikalar yürüten yapı ve nüfus yoğunluğu mevcuttu. Bu kapsamda, İnguşların cumhuriyetten yabancılaşmasıyla sonuçlanacak şekilde Perestroyka döneminde Çeçenler politik alanda İnguşlardan sayıca fazla ve tekele yakın şekilde etkindiler. Ancak bunun önemli bir etkisi Cumhuriyetteki demografik yapının -Dağıstan, Karaçay-Çerkes veya Kabardey-Balkar’dan farklı olarak- özerklik için çoğunlukta olan etnik grubun inandırıcı bir direnişini mümkün kılmasıdır. Bu minvalde, Stalin’in Kuzey Kafkasya’daki sınırların çizilmesinde bazı demografik şartlara dikkat ettiği hatırlanmalıdır. Kuzey Osetya Kuzey Kafkasya’da tek etnik grubun çoğunluk olduğu tek özerk bölgeydi; Kuzey Osetya ve Çeçen-İnguşetya dışında, Volga bölgesindeki Çuvaş Cumhuriyeti’nde yerliler nüfusun 3’te 2’sini oluşturuyordu . Gelecek bölümde açıklanacağı üzere, Kuzey Osetya hiçbir zaman merkezi hükümete ayrılıkçılık konusunda tehlike oluşturmadı. Esasında, diğer hiçbir Kuzey Kafkasya cumhuriyetinde tek bir grup nüfusun çoğunluğunu oluşturmamaktadır.  Bu gerçek, yalnızca Çeçenya’nın özerklik için ciddi bir mücadelede bulunması gözlemiyle birlikte, Kuzey Kafkasyalı halkların kendi içlerindeki ayrışmalarının önemine dikkat çekerek onların bağımsızlık hareketlerinde neden başarısız olduklarını ortaya koymaktadır.

İkinci olarak, Çeçenler bir yüzyıl önceki Kafkas Savaşları’nda ve İkinci Dünya Savaşı’nda gerçekleşen sürgünlerde kendilerine karşı işlenen suçları güçlü bir şekilde hatırlamaktadırlar. Bu durum güçlü, karizmatik ve anti-Rus bir liderin ortaya çıkmasını anlamlı kılacaktır. Esasında Rusya’dan nefretin yoğunluğunun Kuzey Kafkasya’nın diğer bölgelerine nazaran bütün Çeçenler arasında daha güçlü olduğu iddia edilebilir.

Üçüncü olarak, Çeçenya başta petrol ve doğal gaz gibi birkaç otonom bölgenin sahip olduğu doğal kaynaklara sahiptir.  Bakü-Novorossik boru hattının Çeçenya’dan geçmesi de dahil olmak üzere, kaynakları ve ticaretteki stratejik konumu göz önüne alındığında Çeçenya, 1991-1994 yılları arasında olduğuna benzer şekilde Rusya tarafından engellenmezse, potansiyel olarak kendi ayakları üzerinde durabilen bir devlettir.

Ancak buna karşılık, bu olgular müteakip olaylara zemin hazırladı. Diğer Kuzey Kafkasya bölgelerinde Sovyet elitlerinin devamlılığı gözlemlenirken Çeçen politik eliti 1991 Ağustos’taki başarısız darbe girişimi ile radikal bir değişim geçirdi.

Small Natıons & Great Powers – Svante Cornell s. 186-194

Çeviri: Furkan Dzapsh

 

Bir cevap yazın