Anna Politkovskaya, Gazeteci,
1958-2006
“Bu savaşta olanları insanlara duyurmak için çok uğraştım, ama sonunda beni durdurdular.” [1]
Anna bu sözleri beş yıl önce, 13 Kasım 2001’de, aldığı yoğun ölüm tehditleri sonucu geçici olarak yerleşmek zorunda kaldığı New York’da verdiği bir röportajda söylemişti. Maalesef sözleri, beş yıl sonra, onun mezar taşına yazılabilecek belki de en anlamlı sözlere dönüştü.
Anna Politkovskaya bağımsız bir gazeteci, Rusya’nın en önde gelen insan hakları savunucularından biriydi. 7 Ekim 2006’da, Moskova’daki evinin önünde bir tetikçi tarafından öldürüldü. Putin gecikmeli de olsa katilin bulunacağına dair söz verdi. Fakat o günden bu güne karanlık aydınlanmadı. Cinayeti Putin’e bağlı güvenlik elemanlarının gerçekleştirdiğini açıklayan eski KGB ajanı Alexander Litvinenko da aynı karanlık içinde kayboldu. “Anna’yı kim öldürdü?” sorusu havada asılı kaldı. Belki uzun yıllar boyunca da asılı kalmaya devam edecek. Fakat Anna’nın sözleri de öyle; bir gazeteci ve yazar olarak, Rusya tarafından gerçekleştirilen korkunç insan hakları ihlallerine dair söyledikleri, önce Putin ve tüm diğer savaş suçlularının, sonra da tüm insanlığın tepesinde asılı kalmaya, kulaklarında çınlamaya devam edecek.
Anna Politkovskaya kimdir?
Anna Politkovskaya 1958’de babasının BM diplomatlığı yaptığı New York City’de doğdu. Ailesi Sovyet Ukraynası asıllıydı. Eğitim alması için anavatanına gönderilen Anna Moskova’da büyüdü ve 1980’de Moskova Devlet Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nü bitirdi. Önce devlete bağlı gazetelerde çalıştı; 1980’de o zamanlar küçük bir yayın olan Izvestiya gazetesinde başlayıp 1994-99 arasında, daha demokrat bir duruşa sahip, Obşe Gazetesi’nde devam etti. Ve sonra bağımsız medyaya geçti; 1999’dan beri Rus muhalif gazetesi Novaya Gazeta ‘da Çeçenistan savaş muhabiri olarak çalışıyordu.
Başta kendisinden Çeçenistan savaşını Rusya’daki Çeçen mülteciler açısından izlemesi istenmişti. Fakat Anna kısa zamanda ilgisini savaşın yarattığı topyekün yıkıma ve zulme yöneltti ve Rusya’nın “terörle savaşırken!” işlediği savaş suçlarının yılmaz bir takipçisi ve vakanüvistine dönüştü. Gazetecilerin yerinden ayrılmadan Moskova’dan yazdığı savaş haberlerini Anna Çeçenistan’a, çatışmanın ortasına giderek yazdı. Bir gazeteci olarak gördüğü her şeyi -her tür zulmü, işkenceyi, soygunu- bıkıp usanmadan yazmaya, belgelemeye başladı. Ordusunun Çeçenistan’da “terörle savaştığı” yönündeki yoğun devlet propagandası altında bu bilgilerden yoksun bırakılan Rusları “Rusya’nın terörü” konusunda bilgilendirdi. 2001’de New York’ta verdiği söyleşide şöyle diyordu:
“Çeçenistan’a her ay yaptığım yolculuklar beni elbette yoruyor. Bu çok zor bir yaşam. Diğer gazetecilerin de oraya gittiğini bilseydim dinlenebilirdim. Ama gitmiyorlar [2] ve dolayısıyla Çeçenistan’a gitmeye devam etmeyi sorumluluğum olarak görüyorum. Eğer bilgi olmazsa, herşey daha da kötüye gider. Ben kendimi bir yerden bir yere bilgi ileten bir kanal olarak görüyorum, Ruslara Çeçenistan’da gerçekte ne olduğunu gösteren bir vasıta… Oradaki askeri güçlerin düzen inşa ettiği yalanına kanmasınlar diye.” [3]
Anna pekçok meslektaşının izlediği yolu izlemeyerek ve aslında sırf gazeteciliği temel mesleki ilkeleri çerçevesinde sürdürmeye devam etmekte ısrar ederek kendisine epey zahmetli bir yaşam seçmiş oldu. Ve yine bu seçimi onun ölümüne neden oldu. Mesleki ilkeleri Rusya’daki ana akım devlet medyası adına “tali şeyler”e dönüştüren koşulları, yakın tarihe baktığımızda görebiliriz. Yeltsin’i 1994-1996 yılları arasında yaşanan Birinci Çeçenistan Savaşı’nı bitirmeye sevkeden etkenlerden biri de kısmen medyaydı; o dönem şimdikine oranla daha güçlü bir savaş karşıtı kamuoyu vardı ve yazılı ve elektronik medya nezdinde bu talepler ve eleştiriler yüksek sesle dillendiriliyordu. Fakat Putin gibi – Anna’nın tabiriyle “kendi kökenlerini aşmayı asla başaramamış ve Sovyet KGB’sindeki bir yarbay gibi davranmaktan asla vazgeçememiş” [4] – sivil(!) bir adam bu kakafoniyi elbette kaldıramazdı. Yeltsin tarafından FSB Başkanlığı’ndan Başbaşkanlığa getirildikten sonra, Putin sistematik biçimde, gerek doğrudan baskı, gerekse dolaylı sindirme taktikleriyle bu sesleri susturdu. 1999’da Moskova ve birkaç farklı yerde – hiçbir zaman resmi anlamda kabul edilmese de FSB tarafından yerleştirilen bombalarla- apartmanlar havaya uçuruldu ve suç Çeçenlere atıldı. Derken 11 Eylül hızır gibi yetişti ve Putin “terör mağduru” edebiyatını ustaca kullanıp küresel dünyanın büyük güçlerinin “teröre karşı savaş” kampanyasına katılarak, Çeçenistan’ı kendi teröristi ilan etti. Tüm bu baskı ve propaganda koşulları altında, kamuoyu ve medya da şekillendi ve açıkçası Novaya Gazeta ve Ren TV dışında alternatif kalabilen bir yayın organı olmadı. [5] Anna meslektaşlarının konumunu bir röportajda şöyle açıklıyor:
“Bugün Rusya’da gazetecilik yapan pekçok meslekdaşım Sovyet döneminde -gazetecilerin propagandacı oldukları bir dönemde- eğitilmiş ve o dönemde çalışmaya başlamıştı. Propaganda gazeteciliğin temeliydi ve herkes sistemin nasıl işlediğini bilirdi. Dolayısıyla özgür gazetecilik dönemi pekçoğu için çok zorlayıcı oldu. Propagandaya geri dönme fırsatı elde edildiğinde ise, bazıları mutlu olmanın ötesinde hisler yaşadı. Böylesi çok daha kolaydı. Çünkü, Moskova’da oturup durur, bilgi aramak için dışarı çıkmaz, yerinden bile kımıldamadan, sadece Çeçenlerin ne kadar şeytan olduğunu yazarsın. Tatlı Moskova hayatının keyfini çıkarır ve hatta bunu yaptığın için tebrikler alır, haberlerde savaşı güzel çizdiğin için Putin’den ödüller koparırsın.” [6]
Elbette Kremlin’in en derin nefretini üzerine çekme pahasına, ölüm tehditleri, zehirlenme girişimleri vs. karşısında işini ‘doğru bildiği şekilde’ yapmaya devam ettiği için Anna “cesurdu”. Ama bu cesaretinin altında onu diğer ‘fanilerden’ ayıran mitsel, korkusuz, biyonik bir varlık yatmıyordu. Aksine Anna bundan yıprandığını ve korkuya kapıldığını dile getiriyordu. Onu diğerlerinden ayıran en temel şey, son derece insani bir seçimdi; doğruyu söylemek ve tanık olduğu hak ihlallerini düzenli ve ısrarla dile getirmek gibi insanca bir seçim. Anna, 2001’de arkadaşlarının da ısrarıyla ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Bir nevi sürgün yaşadığı New York’da verdiği bir röportajda, kendisine Rusya’ya dönmekten korkup korkmadığı sorulduğunda şunları söylemişti;
“Çocuklarım aradı ve bir kadının bizim apartmanın önünde öldürüldüğünü söylediler; bana çok benziyormuş – benimle aynı yaş ve boyda, gri saçlıymış. Onlara ‘şehrimizde bu tür şeyler oluyor’ dedim. ‘Hayır, hedef sendin’ dediler. Evim sürekli kimliği belirsiz kişilerce aranıyor. Kızımın cebini de arayıp ‘Annen nerede?’ diye soruyorlar. Çocuklarım korku içindeler.” [7]
Buna rağmen Anna Rusya’ya döndü. Korkusunun sorumluluk bilincini yenmesine izin vermedi ve işini doğru bildiği biçimde yapmaya devam etti. Epey bir kurumdan “cesaret” ödülü almış bir gazeteci olmasına rağmen o bu “cesaret” kelimesinden hoşlanmadığını defaten söylemişti; “Bu kelimeyi sevmiyorum. Doğru kelime ‘görev’. Ben gazeteciliği kullanarak insanlar için bir şeyler yapmak istiyorum, bundan kesinlikle eminim.” [8]
Anna’yı gazeteciliğinin yanında dirençli bir aktiviste dönüştüren de buydu; o kahramanlık hikayeleri yazdığını düşünmüyor, insanlar için yalın işler yaptığını düşünüyordu. Aslında her aydının bir parça sorumluluğu olan şeyler. Bu duruşunu yine en güzel kendi sözleriyle açıklıyor: “Her şeyden önce bir yazar olmanız gerekiyor. Ama ikinci olarak, onlar için biraz daha fazlasını yapma ihtiyacı hissediyorsunuz. Eğer insanların yiyecek ve suyu yoksa, onlara yiyecek ve su bulmak gerekiyor.” [9] Çeçenistan’da, dünyanın geri kalanından soyutlanmış insanların karşı karşıya olduğu acı gerçekler karşısında kayıtsız kalmıyordu; bunun faili kendi devletiydi. Kendisini bunun sonucunda ölüm, tecavüz tehditlerinin beklediğini bilse de Çeçenistan’a gitme ihtiyacı hissettiğini belirtiyordu; ağır yanıklar içindeki bir gence ameliyat parası götürmek ya da bazı insanların orada yıllardır elektiriksiz, susuz, gıdasız yaşadıklarını haber yapmak için.
“Şöyle bir Rus sözü vardır; ‘Tüm dünyayı değiştirecek büyük işler yapamıyorsan, bazı insanlara yardımcı olacak küçük işler yap.’ Bu söz tam bana göre. Rusya’da gazetecilik yapmak bugün insanlara her şeyden önce gündelik hayatta ve felaketler yumağına dönen yaşamlarında yardım etme olasılığı sunuyor, dün de öyleydi.” [10]
Anna’nın yaşadığı ülkede kendi devletinin sorumluluğunu irdeleyerek, öncelikle Rusya’yla hesaplaşması çok önemliydi. Kaldı ki savaşın sadece Çeçenler üzerinde değil, Ruslar üzerinde yarattığı tahribatı da kıyasıya eleştirdi. Rus ordusu içinde çatışmalara tanıklık ediyor, savaşın genç Rus askerlerini insanlıktan çıkaran, kişiliksizleştiren etkisini irdeliyordu. Ayrıca Rusya’nın “terörle savaş” söylemiyle hem içeride hem de dışarıda Rus milliyetçiliğini nasıl tekrar tekrar örgütlediğini açıklıyor, militarizmin sivil hayata nasıl nüfuz ettiğini bu yolla da irdeliyordu.
Özel olarak kadın konularına odaklanmasa da, kadın bir gazeteci olmanın Rusya’da bu meslekle ilişkili her şeye – bilhassa savaşa- farklı bir gözle bakmayı getirdiğini söylüyordu: “Kadın gazeteciler savaş haberi yapmaktan tiksinirken, erkek gazeteciler bundan heyecan duyabiliyor. Bombaları seviyorlar; bomba görmeyi seviyorlar. Ama kadın gazeteciler için, ki ben de buna dahilim, bu bombaları görmek, savaşın gürültüsünü dinlemek korkunç. İstediğim tek şey eve dönmek, artık savaşı görmemek ve koklamamak oluyor.” [11]
Anna’ya göre Rusya’da kadın gazeteci olmanın pekçok dezavantajı vardı; kadınlar sürekli ayrımcılığa ve tacize maruz kalıyordu. Bir kadın gazetecinin Rusya’da, örneğin yayın kurulu üyeliğine yükselmesinin imkansız olduğunu belirtiyordu. Ama ironik biçimde Kafkasya dağlarında bu ayrımlar eriyordu: “Bu (orada) erkekler için son derece tehlikeli bir iş, çünkü herkes onları görüyor. Fakat bir kadın olarak ben Çeçen kadınlar gibi giyinip başımı bağlayarak ortalıkta daha rahat biçimde dolaşabiliyorum.” [12]
Anna aynı söyleşide 1999’da başlayıp hala devam eden İkinci Çeçen savaşında inatla muhabirlik yapmasının, 1999’da evliliğini bitirdiğini söylüyordu. Kocası Anna’nın bitmeyen yolculuklarının getirdiği üzüntü ve yalnızlığa dayanamayarak, birgün çıkıp gitmişti.
Anna zulümleri haber yapmanın ötesinde, hepimizin hafızasına kazınan belli olaylarda tarihsel sorumluluklar da almıştı. Örneğin, Moskova’daki tiyatro baskınında arabuluculuk yapmıştı; Çeçen eylemciler bu yolla Rusya Devlet Başkanı Putin’i İkinci Çeçen Savaşı’na son vermeye ve askerlerini Çeçenistan’dan çekmeye zorlamayı umuyorlardı; karşılığında Rus yetkililer tiyatroyu zehirli gaza boğarak bir sürü rehinenin de ölümüne sebep oldu. Eylemciler o zaman sadece Politkovskaya ile konuşacaklarını bildirmiş, Anna bu tür bir deneyimi olmamasına rağmen oraya girmişti. Eylemcileri ikna ederek 800’ün üstünde rehine için su ve yiyecek getirmişti; daha fazlasını yapması mümkün olmadı. Olay sonrasında Rusya’dan hesap soran pekçok yazı yazdı. Yine iki yıl sonra Beslan’da gerçekleştirilen okul baskınını haber yapmak için bindiği uçakta, FSB tarafından çayına konulan zehirle ölümün kıyısından döndü. Çeçenistan’da da hem FSB tarafından hem de Putin’in atadığı Kadirov tarafından rehin alınmış, defalarca tecavüz ve ölüm tehditlerine maruz kalmıştı.
Anna yaptıkları için hem ulusal hem de uluslararası kurumlarca pekçok kez ödüllendirildi [13] . 2004’te kendisinden iki yıl sonra sevgili Hrant Dink’in de alacağı Pen İfade Özgürlüğü Ödülü’nü aldı. İki gazeteci de düşüncelerini ifade ettikleri ve bunda ısrarcı oldukları için öldürüldüler. İkisi de güvenlik kameralarında beyaz beresi/kasketi parlayan, ama ardındaki karanlık hala aydınlatılamayan tetikçiler tarafından arkadan vuruldu. Hem de iki ay arayla. İkisi de ülkelerinin vicdanıydı. Şimdi ikisinin de sesi susturuldu.
Yine de onları kendi seslerinden dinlemek en güzeli. [14] Artık bize bıraktıklarıyla yetinmek zorunda olduğumuzu bilsek bile.
Aysel Yıldırım
[1] http://www.cpj.org/news/2001/Russia13nov01na.html , “An Interview with Anna Politkovskaya”, Emma Gray, New York, November 13, 2001.
[2] Anna aynı söyleşide, Çeçenye’ya giden olursa da Rus askeri üslerini ziyaret ettiklerini belirtiyor.
[3] http://www.cpj.org/news/2001/Russia13nov01na.html , “An Interview with Anna Politkovskaya”, Emma Gray, New York, November 13, 2001.
[4] Putin’in Rusyası , Anna Politkovskaya, sf. Vii, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2004.
[5] Zaten bu iki yayın organı dışındaki bütün büyük medya organları zaman içinde Gazprom (Gaz şirketi) ve Raoes (Rusya enerji şirketi) tarafından satın alınarak devletleştirildi.
[6] http://www.cpj.org/news/2001/Russia13nov01na.html , “An Interview with Anna Politkovskaya”, Emma Gray, New York, November 13, 2001.
[7] ibid.
[8] http://www.womensenews.org/article.cfm?aid=2585 , ” Politkovskaya’s Duty Is to Cover Chechnya’s War”, Alexandra Poolos, December 2005.
[9] ibid.
[10] ibid.
[11] ibid.
[12] ibid.
[13] Golden Pen Award, Union of Journalists, 2000;
Global Award for Human Rights Journalism for Amnesty International, UK , 2001;
Freedom of Expression Award of the Index on Censorship, 2002;
International Women’s Media Foundation’s Courage in Journalism Award, 2002;
OSCE Prize for Journalism and Democracy, 2003;
1st prize of the Lettre Ulysses Award for the Art of Reportage , Germany , 2003;
Civil Courage Prize from the Trustees of the Northcote Parkinson Fund, 2005;
Olof Palme Prize, 2005 (zorlu ve tehlikeli koşullarda habercilik yapma cesareti için)
[14] Yazının devamında Anna’yla yapılmış bir röportajın çevirisini bulacaksınız.
Comments
No comment