Kafkasya'daki Yok Etme Savaşı ve Sürgünler Günümüzde de Sürüyor

 
Rus İmparatorluğu, bu uğursuz gayesine uygun olarak, daha 1700’lü yılların sonlarında oluşturmaya başladığı ve Kafkasya’da yeni topraklar işgal ettikçe bölgedeki halkı imha ve sürgün ederek adım adım ilerlettiği “Azak-Mezdegu Hattı” (1777-1780), “Karadeniz Kordon Hattı (1792), “Kızılyar Hattı”, “Kuban Hattı”, “Karadeniz Kıyısı Hattı (1830-1842) gibi kale ve istihkam zincirleriyle, Kafkasya’nın kardeş halklarını birbirlerinden ve tüm dünyadan soyutlayarak aç bırakmaya, teker teker boğmaya,kendisine boyun eğmeye ve Osmanlı topraklarına sürgüne gitmeye zorlamıştı.
 
Bu savaşlarda görev almış birçok gerçek Rus bile, Çarlık ordularının Kafkasya’da yürütmekte olduğu zalimce savaşların niteliğini eserlerine açıkça yansıtmışlardır. Örneğin, bu savaşlarda bulunmuş ve yazdıklarını bizzat görmüş olan bir yazar, Sergey Dukhovskiy, tüm insani kavramları unutmuş görünen, ya da onlara zaten sahip bulunmayan Rus askerlerinin, her gün nasıl kan akıttıklarını bize yalın sözlerle anlatıyor ve Rus İmparatorluğunun acımasız savaş makinesi tarafından savrulup yok edilen yüz binlerce insanımızın durumunu gözlerimizin önüne açıkça seriyor.
 
O, örneğin Ruslar’ın 44.Dragon Alayı’nın “kahramanlıklarını” ve davranış biçimini şöyle anlatıyor: “…Süvari birliğimiz Çerkes köyüne bir kasırga gibi saldırdı. Sukhunuyak adını taşıyan ve vadinin girişinde yoğunlaşmış bulunan bu büyük ve ünlü köyde bin haneden fazla aile yaşıyordu. Piyadelerimiz de peşlerinden yetişerek köyü dört bir yanından ateşe verdiler.17 Ağustos (1860) günü daha birçok köyü de ateşe vererek yaktılar”… “23 Ağustos günü, köylere saldıran süvarilerimiz 1000 kadar sığırı sürüp götürdüler.17 Çerkes köyünü tamamen yaktılar”…”İki büyük köye ansızın saldırdık. Kaçmayı başaramayan insanların hepsi ateş alanımızda kaldı. Çocukların ve kadınların da hepsini öldürdük.18 Çerkes kızını esir olarak aldık”…
 
“Bir asker, yaralı bir kadını atının eyerine yüklemiş götürüyordu. Elbisesi parçalanmış olan kadının henüz altı aylık kadar görünen çocuğunu ise başka bir atlı asker kucağına oturtmuştu. Çocuk, ellerini zavallı annesine doğru uzatıyordu. Aynı askerin terkisinde de göğsünden kurşunla yaralanmış bir çocuk vardı. Bukleli saçlı, çok güzel bir çocuktu bu. Başında kalpağı da olan çocuğun kısa gömleğinden kanlar sızıyordu. Durumu çok kötü görünüyordu. Zaten o da bir süre sonra öldü”… “Eylül ayının 14’ünden 21’ine kadar Şebj ve Afıpsıp ırmakları arasında bulunan köyleri de yağmalayıp yaktılar ve içinde insan barınamayacak hale getirerek terk ettiler”… “17 Ekim’de 2’inci tabur Yıle vadisinde rastladığı 7 köyü de yakıp ortadan kaldırdı”… “1861 yılının Mart ve Nisan aylarında, General Yevdokimov’un komutasındaki ordular Şhaguaşe ve Fedz ırmakları arasında bulunan 90 Çerkes köyünü yok ettiler ve yağmaladılar…(2)
 
Bundan kırk yal kadar, sonra Kafkasya’nın yerli çerkes halkından bütünüyle “temizlenmiş” bulunan Vubıh (Soçi) yöresinde bulunmuş olan Rusyalı Tarım Uzmanı İ.N.Klingen ise şunları söylüyor:“Çerkesler yurtlarını çok seviyorlardı. Ama özgürlüklerine olan bağlılıkları ondan bile üstündü. Ya üstün güçler karşısında boyun eğecekler, ya da ölünceye kadar savaşacaklardı. Onlar boyun eğmektense ölmeyi seçtiler. Kendileriyle birlikte, binlerce yılın birikimi olan kültürleri de otuz yılın içinde yok edildi.”(3)
 
Sovyet döneminde bütünüyle “unutturulan” ve “glastnost” sonrasında ister istemez yeniden gündeme gelerek, Kafkasya’nın Ruslar tarafından “kesin” olarak fethedildiği 21 Mayıs 1864 tarihi ile özdeşleştirilerek basitçe geçiştirilen büyük Kafkas-Çerkes soykırımı ve sürgünü, öyle birkaç günün veya birkaç yılın içinde gerçekleştirilmiş basit bir olay değildir. Rus İmparatorluğu, kökleri tarihin derinliklerine uzanan, uygar ve onu hor görecek kadar da kendilerine güvenli bir halkı (Çerkesler’i) ve onun çok özgün olan kültürünü neredeyse bütünüyle ortadan kaldırmıştır. Bunu da yüz yılı aşan uzun bir zaman dilimi içinde, milyonlarca rublelik maddi kaynak ve 1.500.000 civarında asker ile uygar dünyanın gözünde önemli bir prestij kaybını da göze alarak yürüttüğü planlı ve uzun vadeli bir soykırım eylemiyle başarmıştır.
 
Buna karşılık, yüz yılı aşan Kafkas direnişi de öyle sıradan bir savaş değildir. Örneğin Rus askeri yazarı Fadeyev bu savaşın sadece Kırım savaşı üzerindeki etkisinden bahsederken bile “Mısır’dan Japonya’ya kadar bütün kıtayı bozguna uğratabilecek bir durumda olan bu savaşçı, deneyimli ve her şeye hazır 280.000 kişilik ordunun Kafkasyalılar’ın düşmanca bağımsızlık hareketiyle Avrupa siyaset terazisinde sıfıra indirildiğini” belirtmektedir. (4)
 
Büyük Kafkas-Çerkes sürgünü yıllarında oluşmuş anonim bir Adıge halk ağıtı şöyle demektedir;
 
Uirisim yipcsicsxuexery Kafkasim qifetlve 
Tlviqher zetiraxeu avuec zeuer qitacvitlve. 
Ar qitezicvitlvexery myluenycem qyexhui 
Zeracvitlve tlepqi tsvikvuir bzhibi yiz mixhui. 
Psiyiçviji mafexery sideuy lejecsxue, 
A bleçviqhe lajexery tiguim giry csecsxe.”
 
“Rus çarları can atıyor Kafkas’ı almak için, 
Yiğitlik yapıyormuş gibi bizimle savaşıyorlar. 
Yüz milyondan fazlaydı bize bunu yapanlar 
Ve avuç içi kadar bir halk vardı karşılarında. 
Ne kadar acıydı o hicret günleri, 
Kalbimizi kemiriyor hala o geçmiş acılar.”
 
Rus İmparatorluğu karşısında gerçekten “bir avuç dolusu” bile olmayan Kafkasya halkları (Çerkesler, Çeçenler, Osetler, Karaçaylılar, Dağıstanlılar), büyük olanaksızlıklar içinde, özgürlüklerini savunmak, topraklarından kopmamak, hor gördükleri yabancı ve saldırgan Rus kültürünün egemenliğine girmemek için, görülmemiş bir enerji ve inatla Rus İmparatorluğunun askeri güçlerine karşı on yıllarca direndiler. Kafkasya’nın son büyük liderlerinden Şamil, direnme umudu kalmayınca 1859 yılında silahını bırakmak zorunda kaldı ve Rusya’ya sürgüne gönderildi. Bunu Rus ordularının Kuban ve Karadeniz kıyılarındaki, niteliğini daha önce gösterdiğimiz, sivil halkı toptan yok etme ve Osmanlı topraklarına sürgün etme eylemleri izledi. Kafkasya’ya gelerek işgal edilmiş Çerkes toprakları üzerinde kurulu Hamç’etey istihkamında Çerkes Milli Meclisi’nin temsilcilerini “kabul eden” Rus Çarı Aleksandr II, kendileriyle hiçbir görüşme yapmayacağını, halkın bir ay içinde topraklarını ter ederek ya Rusya içerisinde gösterilecek bölgelere, ya da Osmanlı topraklarına göçmesi gerektiğini bildirmişti. Çerkes halkı her iki şıkkı da kabul etmiyor ve umutsuz direniş sürüyordu. Rus ordularının köylerini ve tüm varlıklarını yakıp yok ederek önüne kattığı yüz binlerce insan Karadeniz kıyılarına yığılıyor, Rus silahlarına eklenen açlık ve ağır iklim koşulları altında büyük kayıplar veriliyordu. Rus yazar M. Venyukov şöyle diyor:
 
“…Savaş acımasızca sürüyordu. Biz askerlerimizin ayak bastığı her toprak parçasını tekrar geriye dönülmesi ve oturulması olanaksız bir şekilde Dağlılar’dan (yani Kkafkasya’nın yerli halkından) temizleyerek adım adım ilerliyorduk. Karlar erir erimez ve henüz ağaçlar yeşermeden önce (Şubat ve Mart’ta) dağ köylerinin yüzlercesi ateşe veriliyordu. Ekinleri atlara yediriliyor veya çiğnetiliyordu. Köylüler gafil avlanabildikleri takdirde derhal askerlerin denetiminde en yakın Kazak köyüne götürülüyor ve oradan da Karadeniz kıyılarına ve daha sonra Türkiye’ye sevk ediliyorlardı. Bizim yaklaşmamızla boşalan evlerde çoğu zaman masanın üzerinde, içinde kaşığı ile beraber henüz soğumamış lapaya, üstünde iğne takılı olarak tamiri yarıda kalmış elbiselere, döşemeye yayılmış olarak bırakılan çeşitli çocuk oyuncaklarına rastlanıyordu. Bazen, fakat askerlerimizin şerefine uygun olarak çok nadir, canavarlığa kadar varan hunharca hareketler de yapılıyordu…”(6)
 
Burada hemen belirtelim ki, bugünün Çeçenyası’nda olduğu gibi o dönemin Çerkesya veya Çeçenyası’nda da “şerefli” Rus askerlerinin “canavarca” ve “hunharca” eylemleri, hiç de Venyukov’un dediği gibi istisnai bir durum oluşturmuyor, bütünüyle bu halkın “uygarlık” düzeyine ve Rus devletinin uğursuz “devlet politikasına” uygun olarak cereyan ediyordu. Ünlü Rus yazarı Lev Tolstoy bile, bizzat katıldığı Kafkas-Rus savaşları ile ilgili olarak kaleme aldığı “Hacı Murat” adlı eserinde, Ruslar tarafından talan edilen bir Çeçen köyünü anlatırken şunları yazmak zorunda kalmıştı:
 
“…Hacı Murad’ın o gece evinde misafir olduğu Sado, Ruslar köye yaklaşırken diğer köylüler gibi ailesiyle birlikte dağa çıkmıştı. Ruslar’ın çekilmesi üzerine köye döndüğüne evini bir yıkıntı olarak buldu. Evin damı çökmüş, direkleri, kapısı yanmış, içine pislenmişti. O güzel, pırıl pırıl gözleriyle Hacı Murad’a sevimli bakışlar gönderen oğlunu bir atın sırtında ölü olarak getirmişlerdi. Cesedi caminin önüne getirilen küçük yavru sırtından süngülenmişti. Hacı Murad’ı saygıyla ağırlayan o misafirperver kadın, üstünün başının perişanlığını umursamadan saçını başını yolarak oğlunun ölüsü karşısında dövünüyor, üstünü başını parçalayarak ağlıyordu. Sado, elinde kazma kürek, oğlu için mezar kazmaya gitmişti. Yaşlı dede sırtını evin yıkık duvarına dayamış oturuyor, kara, düşünceler içerisinde elindeki sopayı yontuyordu. Arı kovanlarının olduğu yerden daha yeni gelmişti. Oradaki iki ot harmanı yakılmış, elleriyle dikip yetiştirdiği kayısı ve vişne ağaçları devrilmiş, kovanların hepsi içindeki arılarla birlikte ateşe verilmişti. Bütün evlerden ve özellikle de iki yeni ölünün daha getirildiği köyün alanından kadın ağıtları yükseliyordu. Analarıyla birlikte küçük çocuklar da ağlıyorlardı. Her yanda artık yemsiz kalmış bulanan aç hayvanlar böğürüyordu. Biraz yetişkin çocuklar ise oyunu unutmuş, ürkek gözlerle büyüklere bakıyorlardı. Köyün çeşmesi bir daha kullanılmaması için pisletilmiştir. Cami de aynı akıbete uğramıştı ve köyün imamı mide bulantıları içinde de olsa orayı temizlemeye çalışıyordu. Köyün yaşlıları meydanlıkta toplanarak diz çöküp oturmuşlar, durumu tartışıyorlardı. Hiç kimse Ruslar’a duyulan nefretten bahsetmiyordu. En küçüğünden en yaşlısına kadar hepsinin yüreklerini kavuran duygu nefretin çok üzerindeydi. O Rus köpeklerini insandan saymak bile doğru olmazdı. Onların kendilerine karşı gösterdiği bu anlamsız ve körü körüne acımasızlığa büyük bir tiksinti, aşağılama ve şaşkınlıkla bakıyor, bir fareyi, zehirli örümceği, kurtları yok ederek korunmak gibi son derece doğal bir duyguyla bu yaratıklardan kurtulmak istiyorlardı.”(7)
 
Kafkasya’nın özellikle Kuban ve Karadeniz bölgelerinden yaklaşık 1 milyon 500 bin insan işte bu gibi koşullar altında 1858-1866 yılları içinde tüm yaşam olanakları da yok edilerek yurtlarından kovuldular ve Osmanlı topraklarına gönderildiler. Büyük kısmı Karadeniz kıyılarında, yükleme ve çıkış limanlarında açlık, sefalet ve salgın hastalıklar sonucu yaşamını kaybetti. Tüm maddi varlıklarını ve yurtlarını ise zaten kaybetmişlerdi. Bu soykırım, Mayıs 1864’de son direniş noktaları olan Vubıh ve Ahçıpsı yöreleri de düşmanın eline geçip yerli halk son kişisine kadar yurdundan sürülünceye dek sürdü. Sürgün yıllarında ülkelerinde kalabilen küçük gruplar ve kişiler de Rus birlikleri tarafından toplanarak Kuban ve Labe ırmakları çevresinde oluşturulan “Çerkes rezervasyonu”nda toplu köyler halinde yerleştirildiler. Bu insanlarımız, Rus Çarlığının yıkıldığı 1917 yılına kadar, yaşamlarını bu yörede sürekli bir askeri sıkıyönetim ve Rus-Kazak stanitsalarının toplarının tehdidi altında geçirdiler. Burada, bugün, eski büyük Çerkes ülkesinin ortasında, Slav kitleleri tarafından kuşatılmış küçük bir adacık olarak kalan “Adıge Cumhuriyeti” yer alıyor. Kafkasya’nın yerli halkı, kolonistlerden oluşan çoğunluk karşısında, bu adacıkta bile nüfusun ancak yüzde yirmisini oluşturabiliyor.
 
Kafkas halkının uğratıldığı sürgünler, ülkenin Rusya tarafından kesin olarak ele geçirildiğinin varsayıldığı 1864 yılından sonra da durmuş, hız kesmiş değildir.Kalan halktan da, devletin ve toprak yönetiminin genel baskıcı karakteri nedeniyle, örneğin 1865 yılında Çeçenya ve Osetya’dan, 1866 ve 1878 yıllarından Abhazya yöresinden, daha sonraları Adıgeler, Karaçaylılar, Abhazlar ve Dağıstanlılar’dan olmak üzere daha birkaç yüz bin kişilik bir Kafkasyalı nüfus daha, yurdunu terk ederek yabancı topraklara “göç” etmek zorunda bırakılmıştır.
 
Rus Çarlığının sömürgeci politikalarına karşı oluşan sürekli milli ayaklanmalar sırasında birkaç kez yok edilip yeniden kurulan çok sayıdaki Kafkas köyünden, Rusya içlerine ve Sibirya’ya sürülerek yok edilen binlerce insanımızdan ise burada bahsetmiyoruz.
 
1918-1921 yıllarında, Beyaz ve Kızıl Rus ordularının Kafkasya’yı yeniden işgal ettiği dönemde de, ülkenin en genç, enerjik ve eğitimli kişilerinden on binlerce insan, yurdunu terk etmek ve başta Türkiye ve Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm dünya ülkelerinde gurbeti seçmek zorunda bırakıldılar.
 
İkinci Dünya savaşı yıllarında, sadece Alman Ordusu bünyesindeki Kuzey Kafkasya Lejyonu’nda bile, çoğu esir düşmüş Kızıl Ordu askeri olan 28.000 Kuzey Kafkasyalı bulunuyordu. Bunların hemen hiçbiri bir daha yurdunu göremedi.(8)
 
Yine İkinci Dünya savaşı yıllarında, Sovyet Rusya hükümeti, Kızıl Ordu marifetiyle, Kafkasya halklarından Karaçay-Balkarlar ve Çeçen-İnguşlar’ı (bir milyona yakın bir nüfusu) anayurdundan zorla sürerek Orta Asya ve Sibirya bölgelerine dağıttı. Feci olaylarla dolu olan bu sürgün yıllarında nüfuslarının neredeyse yarısını kaybeden, büyük maddi ve manevi kayıplara uğrayan bu insanlarımız, 1957 yılında sözde hakları iade edilerek ülkelerine geri dönme hakkını kazandılar. Bu sürgünün acıları daha dindirilmemiş ve yaraları henüz sarılmamışken, bugün de son derece haklı ve yasal bir hakkını kullanarak bağımsızlığını ilan etmiş bulunan Çeçen-İçkerya Cumhuriyeti’nin halkı, 10 yıldan beri bir kez daha Rus devletinin imha tehdidi altında bulunuyor. Kadınları ve kundaktaki bebekleri dahil onbinlerce insanımız, Rus ordusunun bombardımanlarında ve “temizleme operasyonları”nda yok edildi. Çeçen halkının yarısına yakın kısmı Rusya’nın çeşitli yerlerine ve başka ülkelere dağıtıldı. Toplandığımız şu kentte, İstanbul’da bile, hala hiçbir hukuki statüsü bulunmayan ve sırf Türkiye halkının kardeşçe ilgisi sayesinde yaşamını sürdüren Çeçen kadınları, savaş gazileri, Çeçen çocukları bulunuyor.
 
Rus İmparatorluğu, yüz kırk yıl kadar önce köylerini yakıp tüm varlıklarına ve binlerce yıllık yurtlarına el koyarak, bir milyonun üzerinde insanımızı perişan bir halde Karadeniz’in tüm kıyılarına döktüğünde, kendi annesi de bir Kafkasyalı (Çerkes) olan Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz, böylesine kitlesel bir göçü karşılayacak olanakları da mevcut bulunmamasına karşın, hiç değilse “Hicret edenlerin büyükleri büyük biraderim, küçükleri küçük biraderlerimdir” demek suretiyle, onlara devletinin mevcut olanaklarını sunmuştu. Ama günümüzde, T.C. hükümetlerinin Kafkasya olaylarına ve çağımızdaki sürgün ve katliamlara karşı aynı duyarlılığı gösterdiğini ne yazık ki söyleyemiyoruz. Ama bu duyarlılığı her zaman olduğu gibi bugün de göstermekten geri kalmayan, ekmeğini Kafkaslı Çeçen mültecilerle paylaşan Türkiye halkının sıradan insanlarına o günler için de, bu günkü duyarlılıkları için de, bir kez daha teşekkür etmek istiyoruz.
 
Bizler, Türkiye’de ülkenin yurttaşları olarak yaşamakta olan birkaç milyon Kafkaslı, yüz yıldan beri bu yardımların karşılığını çok kez kendi özel sorunlarımızı da ikinci plana atmak suretiyle, kanımızla ve canımızla ödemeye çalıştık. Bundan sonrada çalışacağımıza kimsenin kuşkusu olmasın. Bu esasen bizim ulusal kişiliğimizin ve sosyal yapımızın da kaçınılmaz bir gereğidir.
 
Ama 150 yılı aşan bir süreden beri yaralarımız kanamaya devam ederken, milletimiz neredeyse yok olmanın eşiğine getirilmişken ve bugün de insanlarımız tüm “uygar” dünyanın gözleri önünde, kitleler halinde erkeği, kadını ve bebeğiyle birlikte boğazlanır ve süründürülürken, susmamızı hiç kimse beklemesin. 1860’lı yıllarda Çerkes ulusal direnişini yöneten Çerkes Milli Meclisi liderlerinden birinin de dediği gibi: “Bizler ulusal savaşımızı kaybettik, ama insanlığımızı kaybetmeyeceğiz!”. Günümüzde de süren Kafkas trajedisinin yok sayılmasına izin vermeyecek, atalarımızı yok eden ve yurtlarından edenleri unutmayacak ve unutturmayacağız. Son yıllarda Kafkasya dahil yaşadığımız birçok sürgün ülkesinde gelenekselleşen ve bugün bizleri burada bir araya getiren “Kafkas sürgününü anma etkinlikleri” de bu bilincin yansımalarından birisidir.
 
Bugün Anadolu’nun ve Yakındoğu ülkelerinin birçok yerinde insanlarımız Kafkas-Rus savaşlarında ve sürgünlerde yok edilen atalarını saygıyla anıyor, ülkelerinden vazgeçmediklerini ve vazgeçmeyeceklerini haykırıyorlar ve sürgündeki Kafkasya yaşamaya devam ediyor.
 
Kafkasyamızın büyük evlatlarından Kosta Hetagkatı’nın da dediği gibi: “Rahat yüzü görmesinler hayat düzenimizi keyifleri için bozanlar!”
 
Göçüp gitmiş olan ama Moskova’da hala heykelleri yükseltilen, köylerimize, kasabalarımıza, ırmaklarımıza ve dağlarımıza adları verilen zalim Çarlar ve onların çoban köpekliğini yapmış olan Yermelov, Zass, Yevdokimov, Baryatinski gibi generaller ve onların izleyiciliğine sıvanan bugünkü katiller, bu dünyada da öbür dünyada da rahat ve huzur yüzü görmesinler!
 
Sizleri saygıyla selamlıyorum.
 

(1)Nihat Berzeg: Çerkes Sürgünü(Gerçek Tarihi ve Politik Nedenleriyle Ankara 1996.

 
(2)Prof.Murbek Khutıj: Çağdışı Bir Davranış.Kafkasya Gerçeği,No.8, S.6-9. Samsun 1992.
 
(3)Aynı Yerde.
 
(4)Barasbi Baytugan: Kuzey Kafkasya (1917-1970). S.9. Samsun 1998.
 
(5)Sefer Berzeg: Vatan Düşüncesi(Adige Şiirinden Seçmeler), 5.27-28, Ankara 1967.
 
(6)Barasbi Baytugan:, Kuzey Kafkasya (1917-1970);S.9, Samsun 1998.
 
(7)Lev Tolstoy: Hacı Murat. S.118-119. İstanbul 1995.
 
(8)R.Trakho: Çerkesı. S. 111. Munchen 1956.
 
(*)21 Mayıs 2005 günü Kafkas Vakfı (İstanbul) tarafından Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleştirilen bu uluslararası konferansa Sefer E. Berzeg2den başka Lev Panamarov (Rusya), Dr.Almir Abreg (Adıge Cumhuriyeti), Valeri Hatojoko (Kabardey-Balkar Cumhuriyeti), Doç. Dr. Guram Gumba (Abhazya Cumhuriyeti), Dr. Umar Hanbiyev (Çeçen Cumhuriyeti), Prof. Dr. Kemal H. Karpat(ABD), Nur Dolay(Fransa), Hasan Kanbolat(ASAM, Ankara), Doç. Dr. Sedat Özden(Erciyes Üniversitesi), Dr. Fethi Güngör( Sakarya Üniversitesi)katılmış ve tebliğler sunmuşlardır.
 
Bu makale Sefer E. BERZEG’in “Kafkasya ve Diaspora Yayın Hayatından” Kitabından aktarılmıştır…
 
Kafkasya Forumu için Web’e aktaran : VAZIPHA Neslihan Arslan

Bir cevap yazın