Tıley

Tley

Sımha Orhan Alparslan

Hiçbir durumda “Korku” ve “Teslimiyeti” tanımayan, çok eskilerin
“Adyhe Savunma Savaşçılığı”nı oldukça açık canlandıran değişik birçok örnekten
hayli dokunaklı olan Tiley geleneğidir. Bu olay “kesin korkusuzluk” vahim durum
karşısında, toplumsal onurla birleşen onuru ve kutsanan yüce değerler uğruna
sınırsız fedakarlık erdemlerinin yoğun, yalın ve yüksek bir sentezi, nicelik ve
niteliğindeki bir savaşım geleneğine tipik bir rûcu örneğidir de.

İstanbul da bir hurdalıkta, küflü bir kitap enkazının arasında, nicedir bilinmez orada olduğu, üç beş eski tip teksir sayfasından oluşan Fransızca metin hasbelkader, bulduğumuz bu paha biçilmez belge, ola ki yazıya geçirildiğinden bu yana ilk kez bu yayınla gün ışığına çıkmış oluyor.

Fransızca’dan Türkçe’ye ilk aktaran Sımha Orhan Alparslan

Bildirileştirerek 1937 / Paris İlk Dünya Folklor Konferansı’na kendi kişisel çabalarıyla sunan (veya sunmak için hazırlayan) merhum Adığe Bilge Aytek Namitok ve otantik ağızlardan çok titiz bir çalışmayla derleyip büyük bir özenle Fransızca’ya çeviren Adığe şairi rahmetli Melek Hunç.

Geçtiğimiz yüzyılın sonlarına kadar uzanan ta antikitenin de çok daha ötesinden geliyor olma olasılığı dahi oldukça yüksek bir Adığe geleneğidir, az buçuk dikkatli gözlere takılmadan edemeye gelmiştir; TILEY

Ne genelde ne dar anlamdaki bilimsel edebiyatın hiçbir türünde, hala da onay almamış olmakla birlikte, bilim dünyasının neredeyse top yekun ve büyük ölçüde günümüzde bile cahili bulunduğu bir anahtar uygarlığın anaç koordinatlarını ele verebilecek nicelikteki bu gizemli olduğu kadar da çok çarpıcı geleneği, “Çok Geç” ten hayli sonra da olsa dünya geneli açısından “Aşırı Geç” in az öncesinde olsun diye şöyle bir gün ışığına sermeyi artık kendimize iyiden iyiye farz olmuş sayarız.

Düşmanın katı, ezici ve ısrarlı saldırıları karşısında halkın yeterli etkinlikte direnememesi olasılığından derin endişeye düşüldüğü durumlarda, kim olduğu veya olacağı önceden bilinmeyen, bu gidişle olabileceklerden derin kaygı duyan herhangi bir Adığe genci, kendi kendisiyle derinden derine bir iç hesaplaşama sonucu hem kendisi, hem halkı ve de vatanının yüksek onuru, özgürlük ve bağımsızlığı uğruna tam bilinçli ve pürüzsüz bir gönüllülükle kendini ölüme adardı. Tanımlamadaki “herhangi bir Adığe genci” kavramını değerlendirmede Adığelerin kast sistemi göz önünde bulundurularak, bu gencin genellikle üst tabakalardan bir aileye mensup olduğu anlaşılmalıdır. Ortaya çıkışı ve bunu izleyen durumlarıyla bu adak, bir tür bağımsız adaktır. Şöyle ki, bu kimsenin adanmışlığı, adağın bizzat kendi öz iradesi ve kararı dışında hiç kimseden kaynaklanmaz. Dıştan kimsece şu ya da bu biçim altında ortaya çıkarılmamış, bir ‘uç nokta’ fedakarlığına tipik bir Kafkasi örnektir söz konusu olan. Bu çıkış, geleneğe göre, çok doğal bir örnek oluşturmalı; cesaretleri canlandırmalı, enerjileri sonuna kadar uyandırmalı; onun duygusunu ötesiz yüksekliğe değin bileğlemeliydi.

İşte bu kesinlik düzeyindeki koşullara uygunluk içinde kendini feda eden bağımsız gönüllüye Adığe’ler, Tıley adını verirlerdi. “Fazlalık Koç”, “İtiyadi Koç” gibi etimolojik görünümünün ötesinde, bazı koşullarla “Kurban” olarak nitelenebilen bir olgudur Tıley. Kavramın kayganca yanından sakınılarak, pratikte Tıley’i “Fedai” anlamına da alabiliyoruz. Ancak, “Kurban”, dıştan tayin edilebilirliği, ağır basan dini rengi ve daha çok kişisel dileklerle de sınırlı oluşu gibi nedenlerle Tıley’i tam karşılayamamaktadır.

Durumu olasılıklar karmaşasındaymış görünümünde bırakmamak için toleranssız çevirip ve ödünsüz bir smio-kozmografik analizle buraya konsept düzeyindeki içeriği de eklemeyi tedbirlilik gereği sayıyoruz: “Tı+Dı+Le+Yı+(Ğ’)” = mükemmel devinim üreten ışın/ışınım (S.O.A).

Tarih öncesi devirlerden yakın zamanlara değin kanıtlı tanıklı Tıley çıkışları olagelmiştir. Tarih bilgisinin ulaşabildiği en uzak antik devirlerden bu yana ne içerik ne de biçim açısından hiç bir değişikliğe uğramadan tekrarlana gelmiş Tıley durumu, çok sade bir dini törenden sonra gerçekleşmiş olurdu. Bu törende Adığe dünyasının en saygın kişileri (Thamade’leri) tam bir bütünlük içinde hazır bulunurdu. Tıley zorunlu olarak, çarpıcı tonlu kırmızı giysiler giyerdi. Geleneğe tanık olunalı, yani eskiden bu ana hiç değişmemiş bir renkti bu. Hiç istisnasız Adığe’lerin savaşlarda çok canlı tonda kırmızı giyindikleri bilinmektedir. Daha sonraki devirlerde bu çok canlı tondaki kırmızı giysi geleneği sadece Tıley’e özgü kalmıştır.

Bu özel kırmızı renkteki kumaşa ilk makası, kan bağı yönünden en yakın bir genç kız atardı (ki bu çoğunlukla Tıley’in kız kardeşidir). O andan itibaren Tıley’in gerçek yaşamla tüm bağları kesilmiş olurdu. Bu kumaş Thamade’lerin de eksiksiz hazır bulunduğu büyük bir odanın ortasında bulunan ane’ye (büyük aile sofrası olarak kullanılan masaya) yayılırdı. Daha sonra en yaşlı Thamade Tıley’e altın miğferini, altın işlemeli kırmızı kınında bir kama, altın işlemeli gene kırmızı kınında uzun bir kılıç (gate) ve daha eskilerde bunlara ilaveten bir yay ve ok dolu sadak verirdi.

Bir Tıley hiçbir zaman hiçbir savunma silahı taşımazdı. Fakat en üstün nitelikli saldırı silahlarıyla donatılırdı. Silahları en yaşlı Thamade’den teslim alan Tıley hiç değişmeyen şu sözlerle başlayan bir ant içerdi:

“Düşmanın üzerine kılıç gibi keskin

Ok gibi hızlı gideceğim.

Ayaklarımın altında sert toprak

korkudan sarsılabilir

Fakat ben hayır!

Dehşet karşısında gök iki büklüm olabilir ,

Fakat ben hayır!

Gökle yer birbirine katışabilir

Ve daha başkaca birçok imkansızlık mümkün duruma gelebilir.

Fakat ben yoldan asla dönmeyeceğim!’

Çok eski Adığe şarkılarının sık sık anımsattığına göre bu Tıley eylemi, adet edinileli beri pek sıklıkla başvurulmuş bir gelenek olmasa gerek. Tarih biliminin yeterlilikle ulaşmadığı uzun geçmişlerine karşın Adığelerin kendi onur ve özgürlüklerini korumak için böylesi uç çarelere başvurma durumunda kaldığı anlar oldukça sınırlı sayıda gözükür. Tarih ötelerinden bu yana Adığe’lerin kendilerine özgü savunma sistemleri her türlü saldırıdan korunmada genellikle yeterli olagelmiştir. Ancak çoğu zaman çok eski şarkılarda geçen Tıley’in tanımı kafi belirginlikte olmadığından ve bu geleneğin başlangıcı cari tarih bilgimizin çok ötesine uzandığından başlangıç zamanını tamı tamına söyleyebilmek kimsece mümkün görünmemektedir. Fakat, bizatihi bu imkansızlıklar bile bu geleneğin bir köşesinden çok manidar bir sesle, çok önemli bir şeyler fısıldamaktadırlar; Bir kere Adığe tarihi ve uygarlığının tarihin bilinebilen kadarının çok daha ötelerine taştığı; ikinci olarak da, bu Adığeler ne zamanların kimleri idiyseler, mükemmel savunmalarıyla, ödünsüz yüksek ilkelilikleriyle insanlığın bir zamanlar gerçekten bir altın çağ yaşamış olduğuna dair altın kanıt oluşturdukları gibi …

Tam başlangıç zamanları konusunda her ne kadar kesin konuşmak mümkün değilse de, daha yakın devirlerde vuku bulmuş Tıley vakalarını konu alan şarkılarda törenin ana çizgilerini yeterli kesinlikte belirlemek için kafi derecede ayrıntı ve ipuçları gözlenebilmektedir. Ve uzun bir süre tanık olunmuş Tıley örnekleri arasında, Recep Adejokhe’nin hareketi çarlara karşı bir yüzyıl boyu verilen savaşlarda iz bırakıcı bir ibret konusu ve yüksek bir vatanperverlik örneğidir Adığelerin indinde. Antik Yunan’daki Gordos’un ve Romenler için Cirtius ve Decius’ların olduğu gibi.

Bize burada Tıley töreninin kesin çizgilerini tam bir açıklıkla ortaya koyma olanağı sağlayan, Recep Adejokhe’nin fedakarlık öyküsüdür. Bu öykü de, bir gün uygun bir yer ve zamanda yayınlatılmak amacıyla bizzat Adiğe şairi Malek Gunçebağ tarafından Fransızca’ya çevrilmiştir.

Diğer taraftan belirtmeliyiz ki, Tıley’in eylemi hiçbir zaman Japonlarda olduğu gibi vatani bir intihar anlamına gelmez. Ayrıca burada da dinsel bir kurban olayı söz konusu değildir. Tıley’in akti, kendisiyle kutsadığı veya kutsallık düzeyinde yüksek değer atfettiği varlıklar arasındaki ikili bir akittir. Zaman, mekan ve toplum içinde insanın kendisini kendisi eden onur, özgürlük ve vatanperverlik anlayışının fedaiden talep ettiği bir yüce davranıştır Tıley’inkisi. Özetle, Tıley ‘in akti genel anlamda bile, insanı insan eden bu üç yüksek değerin bir gün yeri geldiğinde bir ağızdan talep etme durumunda kaldıkları fedakarlığın büyük bir gönüllükle karşılanışıdır.

Tıley’in andı hiçbir şekilde doğaüstü güçleri konu etmiyor. Yani, tehlike karşısında halk adına Tanrılardan imdat dileme söz konusu değildir. Tıley’in eylemi yalnızca yüksek düzeyli ahlaki değer eylemi olup tasavvufi bir yanı yoktur. Yani herhangi bir dinsel coşku ürünü sayılabilmesi mümkün değildir. Buna karşın görünüşe bir erkek kahramanlığı hakimdir. Özde de derinlikli bir inanç söz konusudur. Yeterince açıktır ki Tıley’in başlıca güven kaynağı doğrudan doğruya kendine olan özgüveni, özgücü ve öz varlığıyla, halkının cesaret durumudur.

Bu irdeleme ve sergilemenin hemen ardından eklemek, zaten neredeyse, zorunludur ki, Adığe geleneği baştan sona, genelinde de özelinde de, -sivil veya resmi, bireysel, ailevi veya toplumsal düzlemde- herhangi bir tür otoritenin istemi, kararı veya buyruğuyla ya da doğruca “devlet”sel nedenlerle insanın konu edildiği bir kurban çeşidi tanımamaktadır. Diğer taraftan, sözünü etmekte olduğumuz fedai türünün hayatta kaldığı da vaki değildir.

Başka uygarlıklarda bu tuhaf kuruma benzer örnekler aranacak olursa, eski Yunanlılarda Kordos ve Roma Adağı ilk düşünülebilecek yakın örneklerdir.

Efsanelerin yansıttıkları değişik durumlar bir yana bırakılırsa geriye Kordos sınırlı tek bir örnek olarak kalmaktadır.

Roma Adağı’na gelince, burada da, düzenli olarak uygulanması açısından bir sınırlılık vardır. Sayılabilecek üç başlıca örnekten biri yalnızca (efsaneye göre) Sirtius’un beyaz bir savaş atının üzerinde kendisini uçuruma salması, ikincisi Allia Savaşı’ndan sonra yaşlıların kendilerini feda etmeleri, (ki bunun asılsız olma olasılığı da varsayılmıştır bilimce). Sonuç olarak üzerinde durulabilecek örnek üçüncüsü olup, o da 340 yılında Desius ve Oğlu’nun vatan için hayatlarına kıymaları. (Tit Live; Valeri Maksim. Çiçeron)

Roma Adağı’nın Adığe’lerinki ile doğal yapısı ve güttüğü amaç yönünden bir benzerlik göstermesine karşın, ahlaki, dinsel ve hukuki açılardan ciddi farklılıklar göstermektedir:

Romen Kurbanı; tayin edilir veya kendi kendini tayin edebilir.

Roma kurbanında dinsel ve büyüsel yön ağır basar.

Kurbanla cehennem zebanileri arasında bir anlaşmadır.

Kurban adayı, bu kişiyi gözden çıkaranlarca öldürülmelidir. Ölmemesi halinde akit geçersiz kalır, bu da bir dizi hukuki sonuç doğurur. –yaşam haklarında kısılmalarla sonuçlanan ceza-

Atanan bir kurbanın yerini bir diğer gönüllü alabilir.

Adığe Tıley’inde bu hallerden hiç birine rastlanmaz.

Bununla birlikte farklar daha çok biçim açısından göze çarpmaktadır. Bundan bir sonuç çıkıyor ki, başlangıçta aynı nitelik ve nicelikte olan fakat farklı tarih, coğrafya ve zaman etkenleriyle değişik gelişim düzeylerinde görülen, ama özde bir ve aynı olan bir olay söz konusudur.

Burada inceleme konusu ettiğimiz Adığe Adağı doğrudan doğruya tanıyabildiğimiz biçimdir. Yani modern çağlardaki durumudur. Başlangıçta Romalılarınki ile aynı olmadığı kesin olarak söylenemez.

Salı/24 Ağustos 1937

Aytek Namitok

Kendi halinde, ocak başında altın işlemesiyle meşgul genç kız, çelik namlunun sert kapıya vurulmasından çıkan keskin sesle yerinden sıçradı. Sonuna kadar açılan konuk kapısı da dik vücutlu, uzun boylu bir savaşçı belirdi. Sivri tepeli miğferindeki yarı erimiş kar kütlecikleri aşağı kayıp pervazdan damlıyordu. Gümüş grisi gür bıyıkları sarkıtçıklar halinde buz tutmuşlardı. Göğsünde bir gümüş kancayla kenetli geniş omuzlu yamçısını biraz yana kaydırdı, silahlı sağ elini ve fişekliğinin bir bölümünü açığa çıkarttı. Kapı çerçevesinin iki yanında kalan aralıklardan dışarısı görülebiliyordu. Saz damlı beyaz evlerle çevrili geniş avluya bazı pencerelerden göz kırpar gibi yansıyan zayıf ışık huzmeleri dökülüyordu. Açık cümle kapısından içeri bir atlı grubu girdi. Önden, omuzlarında ne olduğu seçilemeyen bir yük ile kare düzeni içinde dört atlı ilerledi. Bunların hemen ardından eğeri boş bir at geliyordu. Daha gerilerde, henüz eve ulaşmamış, tek sıra halinde bir dizi siyah atlı yaklaşıyordu. Yokuş yukarı çıkıyorlardı. Derin kara, bata çıka ilerleyen atların ayaklarından yayılan soluk gıcırtı insana tuhaf bir ürperti veriyordu. Eve önce, önden gelen dörtlü girdi. Uçlarında birer savaşçının tuttuğu iki tüfek arasında beşik biçimde gerili büyük yamçının üzerinde, alev rengi kırmızı giysili bir genç yatıyordu. Hafif yana kaymış miğferinin altından, kan pıhtılarının şakaklarına yapıştırdığı sarı saçları parlıyordu. Gözler açık fakat gözbebekleri hafif içeri dönmüştü. İki eli hala kamasının kabzasına yapışıktı. Kırmızı meşin çizmeler dizlere kadar çekili, altın işlemeli kırmızı kınında bulunan uzun kılıcı yanı başında duruyordu. Kusursuz bir genç kız yüzü kadar taze bu henüz sakalsız yüz, şuurlu bir yaratığın kesin bir ölüme yüce bir güçle göğüs gerişinin ifadesini korumaktaydı hala. Hemen odanın ortasına serilen yatağın üzerine uzatıldı. Bu arada yetişen diğer savaşçılar, atlarını yamçılarıyla örtüp, kaşla göz arası bir çeviklikle, dizginleri, avlu ortasında bu iş için özel olarak çakılı dev kuru ağacın budaklarına taktılar. Sivri miğferleri başlarında ve silahlı olarak yatağı çember örneği çevirip, kabzalarını yere dayalı uzun tüfeklerine tutunmuş durumda korkunç ve yumuşak bir bekleyişe geçtiler. Bunların karşısında bereleri altın işlemeli genç kızlar ikinci bir dizi oluşturdu. Demir halkalı bir paçavra meşale, baca başından odaya kan rengi dalga dalga gür bir ışık saçıyordu. Avluda, atlar huzursuzluk içindeydiler. Köle haneden ve onun komşu evlerinden aradaki mesafenin yarı boğuklaştırdığı dibek sesleri sürekli duyuluyordu. Savaşın devam etmekte olduğu anlamını taşıyan bu sağır seslerin kaçınılmaz etkisiyle, savaşçıların burun kanatları kopacakmışçasına inip kalkıyordu. Cepheye sürekli barut gerekti. Aile ocağında barut hazırlayan kadınların savaşı, aralıksız sürmekteydi.

Kısa bir süre sonra içeri bir kadın girdi. Çember, bir yerinden hafifçe açılıp, yatağa yaklaşması için ona yol verdi. Bu, orada yatan gencin anasıydı. Uzun boylu ve dimdikti. Telaşsız bir yüzü ve antik tanrıça heykellerine özgü bir burnu vardı. Koyu renkli bir tül, oval yüzünü çevreledikten sonra sol omzunda yumuşak bir düğüm oluşturup, topuklarına dek süzülüyordu. Dudakları mutad tebessümünü, kaşları yay şeklini koruyordu. Güzel yüzünde herhangi bir heyecan belirtisini açığa vurabilecek en ufak bir gerilim izi sezilmiyordu.

Cenazeye yaklaştı ve yumuşak, şakacı bir tonla; “Ah oğlum, bu küçücük çocuk haliyle böylesine şerefli bir töreni hak edecek ne yaptın?” diye konuştu

Gerçekten Adığe ileri gelenlerinin en ileri gelenleri eksiksiz hazır bulunuyordu naaş’ın başında. Olanca gücünü kullanmasına rağmen yeğeni yolundan döndüremeyen amca…….. Destanlara özgü mertlikleriyle ünlü prens…….. Küçük paşa, ardından sayısız kahramanlık ve aşk şarkıları bestelemiş şık savaşçı……, kısaca, şu ana kadar hiçbir gücün karşısında eğilmemiş o dimdik ve bembeyaz başlar, bu yüce ölümün karşısında sıradan bükülmüş duruyorlardı. Prens…….. saygıyla ileri bir adım atıp, metin anaya şu cevabı verdi:

“……., oğlun bütün konularda bizi geçti. Bize ancak kendisine refakat etme şerefi kaldı.”

Anne aynı soğukkanlılık ve sadelikle eğilip oğlunu gözlerinden öptü, çenesini kavuşturdu, kama ve kılıcını göğsünün üzerine çapraz olarak koydu, oğlunu son kez alnından öpüp odadan çıktı.

Diğer ölüm olaylarında olduğu gibi köy bu kez, kadın çığlıklarıyla çınlamadı. Zira gelenekte düşmanla savaşırken ölene ağlamak yoktu. Abla ve bacılar bu kurula saygılı kalmak için canlarını dişlerine takmış, kıyasıya dudaklarını ısırıyorlardı. Ve diğer evlerden koro halinde aralıksız duyulan dibek sesleri, barut hazırlıklarını ve savaşın devam etmekte olduğunu bir an olsun kimseye unutturmuyordu.

II. BÖLÜM

Vatan için gönüllü olarak en önde ölmüş olan savaşçıyı kırmızı elbiselerle giydirmek ve Tıley adını vermek Adığeler’de ancak bir gelenek olarak görülür. Kendini böyle ölüme adayan bir kimse, olağanüstü ciddi bir Thamade heyetinin hazır bulunduğu fakat sade bir dini tören sırasında sözleri en eski antikite devirlerden beri aynı kalmış bir ant içerdi. Bu arada gönüllünün en yakın kan hısımlarından bir genç kız (ki bu çoğunlukla bir kız kardeştir) biçilmek üzere ortaya konan kırmızı kumaşa ilk makası atardı. Tıley’e özgü silahları da kendisine beş Thamade kuşandırırdı. Altın nakışlı bir kama, üzeri yine altın işlemeli kırmızı deri kınında uzun bir kılıç, sivri tepeli altın kaplamalı bir miğfer ve daha eski devirlerde bunlardan başka yay ile içi ok dolu sadak Tıley’e verilen başlıca saldırı silahlarıydı. Ayrıca savunma silahı verilmezdi ve Tıley hiçbir zaman geri dönmezdi. Kırmızı kumaşa vurulan ilk makasla, bu kişiyi yaşama bağlayan tüm bağlar kesilmiş sayılırdı.

Küçük prens, …….. Recep ürpertili, neşeyle parıldayan bu kırmızı giysilere bürünmeden önce uzun uzun düşünmüştü. Çepeçevre, her tarafta, her şey kıyasıya yerle bir oluyordu. Civar köylerden göklere çılgın alevler yükseliyordu. Bu haliyle, vahşi bir törende birer paçavra gibiydiler. Ormanlar cayır cayır yanıyordu. Bu arada defalarca bir zamanların asırlık, ağaçları göklere uzanan alevli dallarıyla adeta evrenden umutsuzca imdat diliyor, çok geçmeden de dayanılmaz bir çatırtıyla ateş tufanına bir bir pes ediyordu. Recep seyirci kaldığı bir dizi olayın ardından babasını da kaybetmişti. Ve bütün bunların üstüne son ölüm kalım toplantılarında, Prens Kangot tüm meclise hitaben haykırmıştı:

“Sizler Kabardey gururunuz uğruna gücünüzün kat kat üstündeki umutsuz bir savaşı uzatmakta hala inat ediyorsunuz. Karşısında bir sonsuz boyutlara sahip dev bir imparatorluk var. Düşüreceğiz bir alayın yerine ellisi gelecek ve hepiniz yok edileceksiniz!”

Ve diğer erkekler hep birden ayağa kalkıp hep bir ağızdan; “silahlarımız ellerimizde olarak, ayakta öleceğiz. Kimse düşmanın önünde dizleri üzerinde yaşamak istemiyor.”

İçten içe bütün karşıt çabasına rağmen Küçük Prens, ruhunun ta derinlerinde düşmanın boyunduruğuna düşme olasılığını fısıldayan kahredici bir esinti sezmeye başlamıştı. Bu düşünce onun körpe beynini acı acı sızlatıyor, damarlarındaki özgür ata kanını ölçüsüz bir isyanla alevliyordu. Yaşlı Kangot’un uyarı sesi ve diğerlerinin karşı haykırışları genç yüreğinde kıyasıya çarpışıyor, tüm benliği anlatılmaz bir acı ile kıvranıyordu.

Sonunda kalktı, biraz dolaşmak için ormana gitti. Bir asırlık bir ağacın altında duraladı. Yerleri okşadı. Nazik elinin toprağı titrettiğini hissediyordu. Böylece hayli dolaştı. Vaktiyle ataları için kutsal bir varlık olan antik bir meşe ağacının altında, eğreti otlarından kendine bir yatak yapıp üzerine uzandı. Tüm geceyi orda geçirdi.

Bir ara kutsal ağacın büklüm büklüm dalları küçük prensin üzerine eğildiler. Alev alev yanan alnını okşayarak, yumuşak bir dille ona seslendiler: Küçük Prens söyleneni çok iyi anladı.

Şafakta, dudaklarında tuhaf bir tebessümle iki kız kardeşinin kendisine doğru geldiklerini gördü. İkisini de muhabbetle kolları arasına aldı, heyecanlı bir sesle konuştu:

“Şimdi bana bir Tıley elbisesi gerek.”

Bu söz üzerine, iki kız kardeş de küçük prensin ayakları dibine yığıldılar. Sesleri sedaları kesildi. Aynı anda ruhları önüne geçilmez bir matem duygusunun baskınına uğramıştı. İri, şaşkın gözlerinde çaresizlik parıldıyordu.

Anne etkisiz kalacağını bilerek hiç bir şey dememişti. Fakat amca……. böyle bir şeye kesinlikle razı olmak istemiyordu. Vaktiyle onbeş yaşında silaha sarılıp, elli yıl vatanı ve özgürlüğü için savaşmayı çok doğal bulmuştu, ama şimdi neslinin son kuşağının da söndüğünü görmek, ona belirli belirsiz bir hiçlik duygusuna eşdeğer bir dehşet veriyordu. ……., kısa boylu, ince yapılı, esmer, karagözlü, genç bakışlı bir ihtiyardı. Kısa ve düzgün kesilmiş bembeyaz sakalı yüzünü alttan gün ışıklı bir hilal gibi çevreliyordu. Yerinde duramıyor, huzursuzluk içinde kıvranıyordu. Yeğenini çağırıp hiddetle haykırdı.

“Recep demek sen, şu dün doğmuş bebek, biz Thamedelerin önünde savaşa gidecek kadar büyümüş sanıyorsun kendini.”

Ve daha sonra otoriter bir jestle emretmişti:

“Yerine dön ve sıranı bekle, anlaşıldı mı?”

Küçük Prenste, gözler saygıyla öne eğik yüzünde sanki bu dünyaya ait olmayan bir ışık huzmesi, hiçbir söz etmeksizin bir adım bile geri çekilmeden orada kaldı. İhtiyarın yüzünü, ürperten bir solgunluk kapladı, başı eğildi.

Basık tavanlı geniş odanın kat çıplaklığı içinde, en yaşlılar dahi, tek çizgi halinde dizilmiş olarak Thamadelerin tümü hazırdılar. Uzun yaşamın bin bir güçlüğü karşısında başlar hala dimdik, fakat sakallar bembeyazdı. Gözler soğuk bir onur tabakasıyla kaplıydı ve her biri yıllar yılı derinlemesine yığılmış bin bir meşakkati uzaklardan yansıtan birer dünya gibiydiler. Aktoprak badanalı bembeyaz duvarlar paha biçilmez silahlarla kaplıydı. Ayaklarının altında ne bir halı nede bir hasır, yalnızca pekişik toprak vardı. Ateşsiz bacadan içeriye ocağın küllerini hafifçe kımıldatan bir rüzgar esiyor, camsız dar bir pencereden de çok az ışık girebiliyordu. Odanın ortasında büyük masanın üstünde taze kan rengi bir kumaş yayılı duruyor, küçük prenseslerden daha büyükçe olanı kardeşinin yanı başında dikiliyordu.

Küçük prens, yaşlı Thamadenin uzattığı silahlara doğru uzandı, yumuşak fakat kararlı bir sesle andını içti.

“Düşman üzerine, kılıç gibi keskin, ok gibi hızlı gideceğim. Ayaklarımın altındaki sert toprak korkudan titreyebilir, fakat ben hayır! Dehşet karşısında gök iki büklüm olabilir fakat ben hayır! İmkansız denen şeyler olabilir, yerle gök birleşebilir, fakat ben yolumdan dönmeyeceğim.”

Silahlar Thamadenin elinden küçük prense devrolundu. Kızkardeş hafif bir ürpertiden sonra kırmızı kumaşı biçmeye koyuldu.

Ertesi gün, cepheye doğru rüzgar gibi ilerleyen siyah kitlenin elli metre önünde, bembeyaz atının üstünde alabildiğine mutlu, olağanüstü göz alıcı Küçük Prens, dolu dizgin edebiyat yoluna düştü.

Düşman saflarının ta içlerine dalmış, savaş dumanları arasında şimşek örneği zigzaglar çizerek ilerleyen kırmızı noktayı, yaşlı…… olanca gücüyle izlemeye çalışıyordu. Bütün hatlar boyunca, gırtlak gırtlağa acımasızca boğuşuluyordu. Tarih böylesine vahşi, bu denli umutsuz bir göğüs göğüse bir savaşa tanık olmamıştı.

Her yanını çepeçevre sarmış ve kendisini adım adım ve nefes nefese izleyen ölümü tınmıyordu ihtiyar artık. Ele avuca gelmez hayal örneği, kıran kırana savaşları yarıp geçerek ilerliyordu. Yeğeninin yüksekten gelen sesi onu çağırıyordu çünkü. Nihayet Recep’i, toz duman bulutlarının ötesinde yukarılardan aşağı bakar durumda gördü. Zavallı körpe vücut, bir grup Kazağın süngüleri ucunda göğe kaldırılmıştı. Artık ölümle buluşmuş yüzünü solgun bir tebessüm aydınlatıyordu. Bembeyaz kesilmiş dudaklarından son olarak şu bir kaç söz döküldü:

“Ey amcam! Sen ki benden onca yaş fazla yaşadın, hiç bu kadar yükseğe çıktığın olmuş muydu?”

 

Kafkasya Yazıları, Yıl Bir, İstanbul, Yaz 1998, Sayfa 32-48

Bir cevap yazın